BİR ZAMANLAR
DARWINİZM
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve
lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde
öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda
pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri
yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu
külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi,
inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten,
isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar
tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış
olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür,
Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de
hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini kendine rehber
edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek
tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak
"son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal
sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası
olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın
eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan
Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir
yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine,
pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan,
inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi
üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki
etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri
taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların,
artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin
hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra
savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler,
Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi
bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri
tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana
getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir
etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve
zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi
gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu
konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının
dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki,
başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden
anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya
üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel
sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise,
dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran
ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır.
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve
kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili
bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü
rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
l Bu kitapta ve
diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının
nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır.
Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır
pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli
bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
l Belirtilmesi
gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm
kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar
Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri
ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti
bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
l Bu anlatım
sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe
herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın
anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine
tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen
insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve
anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
l Bu kitap ve
yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı
bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen
bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür
ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
l Bunun yanında,
sadece Allah azası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına
katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında
ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak
isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da
okunmasının teşvik edilmesidir.
l Kitapların
arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli
sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz
özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı
vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda
yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
l Bu eserlerde,
diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara
dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen
üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara
rastlayamazsınız.
Bu
kitapta, kullanılan ayetler Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci
Baskı: Aralık, 2003 / İkinci Baskı: Eylül, 2005 / Üçüncü Baskı: Ekim, 2005 /
Dördüncü
Baskı: Kasım, 2005 / Beşinci Baskı: Ağustos 2008 /Altıncı Baskı: Kasım 2013
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı
Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir
- İstanbul Tel: (0216) 660 00 59
Baskı:
Milsan Basın San. A.Ş.
Cemal
Ulusoy Cad.38/A Bahçelievler - İstanbul
/ Tel: (0 212) 471 71 50
Mat
sertifika: 12169 / milsanbasin@gmail.com
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
İçindekiler
Giriş ............................................................................................ 8
Darwinizm'in Yıkılan
Efsaneleri,
Bilimin Doğru Tanımı .............................................................. 24
Bilimin Doğru Tanımı .............................................................. 24
Bir Zamanlar Yaşam Basit
Sanılıyordu .................................... 40
Bir Zamanlar Fosiller Evrim
Kanıtı Sanılıyordu ...................... 60
Bir Zamanlar Kayıp Halka
Aranıyordu .................................... 82
Bir Zamanlar Biyolojik
Bilgi Bilinmiyordu ............................. 98
Bir Zamanlar Evrimin
"Embriyolojik Kanıtı Var"
Sanılıyordu ............................................................................. 110
Sanılıyordu ............................................................................. 110
Bir Zamanlar Hatalı
Özellikler Hikayesi Vardı ...................... 122
Bir Zamanlar "Hurda
Dna" Masalı Vardı ............................... 140
Bir Zamanlar Türlerin
Kökeni "Türleşme"
Sanılıyordu ............................................................................. 154
Sanılıyordu ............................................................................. 154
Bir Zamanlar At Serileri
Senaryosu Vardı ............................. 178
Bir Zamanlar "Biberli
Kelebekler" Hikayesi Vardı ............... 198
Yakın Zamana Kadar
"Dinokuş Masalları" Vardı .................. 212
Sonsöz ..................................................................................... 228
Giriş
Tarih boyunca insanlar yaşadıkları evreni
gözlemleyerek, onun sırlarını çözmeye çalıştılar. Birçok bilim adamı insanların
zihinlerini meşgul eden sorulara yanıtlar bulmak için yıllarca çalıştı. Kimisi
yaşadıkları dönemin şartlarına bağlı olarak çok büyük buluşlara imza atarken,
kimisi de kendi dönemlerinde büyük ilgi çeken; fakat daha sonraları ise büyük
bilimsel yanılgılar olarak kabul edilen iddialarda bulundu.
Batlamyus MS. 2. yy'da, o dönemin bilim
merkezi olan İskenderiye'de yaşamış bir bilim adamı ve düşünürdü. İçinde
bulunduğu evreni tanımak ve Dünya'nın evrendeki konumunu keşfetmek isteyen
Batlamyus uzun süre gökyüzünü gözlemledi. Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların
hareketleri üzerinde düşündü. Sonunda ise bir karara vardı: Evrenin
merkezinde Dünya vardı. Onun düşüncelerine göre, Dünya hareketsiz olarak
duruyor; Güneş, Ay, gezegenler ve tüm yıldızlar ise onun çevresinde
dönüyorlardı. Batlamyus'un büyük ilgi gören bu çalışmaları çeşitli dillere
çevrildi ve özellikle Avrupa kültürü üzerinde büyük etki meydana getirdi.
Katolik Kilisesi, Batlamyus'un Dünya merkezli evren modeli ile Hıristiyan
ilahiyatını birleştirdi. Bazıları Batlamyus'un modelindeki çelişkilerin
varlığını fark etmelerine rağmen, Batlamyus'a verilen büyük destek dolayısıyla
susmak zorunda kaldı. Çelişkileri kısa zamanda ortaya çıkan bu fikrin terk
edilmesi kolay olmadı. 15. yy'a gelindiğinde ise, bazı gelişmeler yaşanmaya
başlandı. İlk olarak, Kopernik, Batlamyus'un fikirlerinde büyük yanlışlıklar
olduğunu ortaya koydu. Kopernik Dünya merkezli evren inancına kesin olarak
karşı çıktı ve şu gerçeği ortaya koydu: Dünya evrenin merkezinde değildi. İlerleyen
yüzyıllarda ise, Dünya'nın Güneş çevresinde dönen bir gezegen; Güneş'in
Samanyolu Galaksisinin içindeki milyarlarca yıldızdan biri ve de Samanyolu'nun
ise sayısı bile tespit edilemeyen yıldız kümelerine sadece bir örnek olduğu
ortaya çıktı.
1600'lü
yılların sonuna doğru ise, bilim tarihi bir başka yanılgıya sahne oldu. Ateş ve
saçtığı alevler her devirde insanların ilgisini çekmişti. O döneme kadar henüz
sırrı keşfedilememiş ateşin kaynağı üzerinde düşünen
insanlardan biri de Alman bilim adamı G. E. Stahl'dı. Stahl araştırmaları
sonucunda, ateşe "flojiston" adı verilen gözle görülemeyen bir
maddenin yol açtığını ileri sürdü. Stahl'a göre flojiston nesnelere girip
çıkabilen bir maddeydi. Flojistona sahip bir nesne hızla yanarken, flojistonun
olmadığı nesneler ise yanmıyordu. Yanan maddelerden duman çıkması, bu
maddelerin yanarken küçülmeleri ve hafiflemeleri, flojistonun bu maddeleri terk etmesi olarak yorumlandı.
Araştırmalarda, yanan maddelerin üzerlerinin kapatılmasıyla veya toz ve toprak
atılıp söndürülmeleriyle flojistonun çıkışının engellendiği ve böylece ateşin
söndüğü düşünülüyordu. Ancak zamanla, metallerin yanarken küçülmemeleri veya
hafiflememeleri flojistonun gerçekliği hakkında bazı kuşkuların doğmasına neden
oldu. 1700'lü yılların sonunda ise havanın farklı birkaç gazın karışımı olduğu
keşfedildi. Bu farklı gazların farklı biçimlerde yanmaları da flojiston
kuramıyla açıklanmaya çalışılırken, oksijen gazıyla ilgili yapılan araştırmaların biri kuramın sonunu getirdi. Antoine
Lavoisier adlı bilim adamı oksijen gazı içinde yaktığı bir metali gözlemledi.
Bu gözlemi sonucunda yanan metalin ağırlığının arttığını, oksijen miktarının da
azaldığını fark etti. İşte bu deney insanlara ateşin kaynağını da gösterdi. Nesneler
oksijen aldıkları için yanıyorlardı. Flojiston isimli teorik madde ise asla
var olmamıştı.
Tarihteki
bilimsel yanılgılara bir diğer örnek ise, elektriğin kaynağı üzerine yapılmış
bir yorumdur. Doktor Luigi Galvani 1780'li yıllarda hayvanlarla ilgili
araştırma yaparken, birdenbire yeni bir elektrik kaynağı bulduğunu sandı.
Kurbağalar üzerinde yaptığı araştırmalarda, metal bir parçaya bağlanan kurbağa
bacağındaki kasların kıpırdadığını gördü. Galvani bu canlı üzerinde yaptığı
birkaç araştırma sonucunda kararını verdi: Bir metal hayvanların kaslarından
ve sinirlerinden kaynaklanan elektriğin dışarı çıkmasını sağlıyordu.
Galvani deneyi tek bacak üzerinde tek metal parçasıyla yapmıştı. Bu deneyin
mantığından şüphelenen Alessandro Volta isimli bilim
adamı konuyla ilgili çalışmalara başladı. Volta kurbağanın bacağına bir telin
farklı iki ucunu bağladı ve bacaklardaki kasların seyirmediğini gördü. Bu
deneyden sonra çalışmalarına devam eden Volta, kurbağadan veya başka bir
hayvandan kaynaklanan elektrik iddiasının gerçek olmadığını ortaya koydu.
Elektrik, elektronlardan kaynaklanan bir akımdı ve metaller elektronu daha
kolay iletiyordu. Hayvansal elektrik kuramı bir dönem insanlarını şaşırtmış bir
yanılgıydı.
Bu örneklerde de açıkça görüldüğü gibi,
günümüzde çok iyi bilinen gerçekler hakkında geçmişte çok yanlış bazı
iddialarda bulunuldu. Birçok bilim adamı gerek dönemlerinin geri kalmış
bilimsel düzeyleri, gerekse sahip oldukları bazı önyargıları dolayısıyla birçok
bilimsel yanılgıya kapıldı. Tarihte gerçekleşmiş bu gibi bilimsel yanılgılara
verilecek en büyük örnek, yaşamın kökeni üzerine ortaya atılmış iddialardan
biriydi. Çünkü bu iddianın etkileri ve mantıksızlığı yukarıda örneğini
verdiğimiz yanılgılardan çok daha büyük oldu. Bu yanılgı, evrim inancıyla
materyalist dünya görüşünün birleştiği 'Darwinizm'di.
Bir
zamanlar Darwinizm, elde yeterince bilimsel kanıt olmadığı için bazılarınca
bilimsel bir teori gibi kabul ediliyordu. Charles Darwin'in 1859 yılında
yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabı o dönemde bile anlaşılan tutarsızlıklarına
rağmen, bazı çevrelerde yankı uyandırdı. Darwin'in genetik veya biyokimya
biliminden habersiz olarak yaptığı varsayımlar, fosil kayıtlarının
yetersizliğinden yararlanarak ileri sürdüğü hatalı iddialar, bu teoriyi kabul
etmeye felsefi nedenlerle çok yatkın olan kişiler tarafından hararetle kabul
gördü. Bu felsefi neden, Darwin'in teorisi ile
materyalist felsefe arasındaki ilişkiydi. Darwin, tüm canlıların kökenini
maddesel faktörlerle ve rastlantılarla açıklamaya çalışan, dolayısıyla bir Yaratıcı'nın
varlığını reddeden bir teori öne sürmüştü. Akla ve mantığa tamamen aykırı olan
bu teorinin yanlışlığının bilimsel olarak ortaya çıkması içinse, 20. yüzyıldaki
bir dizi bulgu gerekecekti.
Bugün Darwinizm hala bazı saplantılı bilim
çevrelerinde yaygın bir kabul görmektedir; ama bu, Darwinizm devrinin sona
erdiğini kabul etmemize engel değildir. Çünkü teoriyi ayakta tutan sözde
bilimsel varsayımlar birer birer çökmüştür. Teoriyi hala ayakta tutan tek
neden, onun temeli olan materyalist felsefenin hala bir kısım bilim
çevrelerinde fanatik bir tutkuyla savunulmasıdır. Darwinizm dünyası, 1980'li
yılların ikinci yarısındaki Sovyetler Birliği'ne benzemektedir. O dönemlerde
komünizmin bir ideoloji olarak iflas ettiği, varsayımlarının geçersiz olduğu
ortaya çıkmıştı. Ancak komünist sistemin kurumları hala varlığını koruyordu.
Komünist ideolojiyle beyni yıkanmış bir kuşak hala körü körüne bu ideolojiyi
savunuyordu. Bu dogmatizm nedeniyle, pratikte çökmüş olan komünist sistem bir
süre daha yaşatıldı. "Glasnost" ve "Perestroyka" denen
formüllerle reforme edilip yaşatılmak istendi. Ama sonunda kaçınılmaz çöküş
geldi.
Bu çöküşten önce ise, komünizmin aslında
tükendiğini teşhis eden ve dile getirenler vardı. Pek çok Batılı gözlemci, bu
çöküşün kaçınılmaz olduğunu, Sovyetler'deki statükonun bunu ancak bir süre
geciktirebileceğini fark etmişler ve yazmışlardı.
Biz de bu kitapta, Darwinizm'in aslında
bilimsel olarak çoktan çöktüğünü anlatıyoruz. Zaten hiçbir zaman gerçekçi bir
bilimsel dayanağı olmayan bu teori, bilim düzeyinin yetersizliği nedeniyle, bir
süre için bazılarına "ikna edici" görünmüş, ama bu ikna ediciliğin de
bir aldatmaca olduğu ortaya çıkmıştır. Darwin'in evrim teorisini savunmak için
son 150 yıldır öne sürülen iddiaların her biri günümüzde çürümüş durumdadır.
Evrimin tüm sözde kanıtları, bir bir yıkılmıştır. Çok yakında, bilim
dünyasındaki yanılgı içindeki insanlar da bu gerçeğin farkına varacak,
böylesine yanlış bir teoriye nasıl kapıldıklarına şaşacaklardır. İsveçli bilim
adamı Soren Løvtrup'un ifadesiyle, "Darwinist efsane bir gün bilim
tarihindeki en büyük aldanış olarak nitelenecektir."1 Bu nitelemenin oluşması için gerekli tüm bilimsel veriler ortaya
çıkmış, geriye sadece bazı bilim çevrelerinin bu gerçeği kabullenmesi
kalmıştır. İlerleyen sayfalarda, evrim teorisini çürüten söz konusu bilimsel
verileri inceleyecek ve Darwinizm'in, 19. yüzyılın bilim düzeyinin
yetersizliğinden faydalanılarak ortaya atılmış büyük bir yanılgı olduğunu
birlikte göreceğiz.
Darwinizm'in Yıkılan Efsaneleri ve
Bilimin Doğru Tanımı
Bilimin Doğru Tanımı
Günümüzde
evrim teorisini savunan gazeteciler, yazarlar, düşünürler, bilim adamları,
akademisyenler ya da üniversite öğrencileri arasında bir anket yapılsa ve
"Neden evrim teorisine inanıyorsunuz, bu teorinin kanıtları
nelerdir?" diye sorulsa, çoğunluğun vereceği cevap büyük olasılıkla,
gerçekte hepsi bilim dışı birer yanılgı olan bazı "efsane"ler
olacaktır. Bu efsanelerin en yaygın olanları ve neden doğru olmadıkları
aşağıdaki gibi sıralanabilir.
1) Evrim taraftarları, "bilim
adamlarının yaptıkları deneyler, yaşamın kimyasal reaksiyonlarla kendi kendine
başlayabileceğini göstermiştir" diye iddia ederler. Oysa bunu gösteren tek
bir deney bile yoktur üstelik bunun teorik düzeyde bile mümkün olmadığı ortaya
çıkmıştır.
2) Canlı
fosillerinin, dünya üzerinde bir evrim süreci yaşandığını kanıtladığını
zannederler. Ancak bunun tam tersine bütün fosiller, Darwin'in teorisiyle
tamamen zıt bir "doğa tarihi" ortaya çıkarmış; canlı türlerinin evrim
sürecinde kademe kademe ortaya çıkmadıklarını, bir anda kusursuz halleriyle
yaratıldıklarını göstermiştir.
3) Ünlü fosil Archaeopteryx'in,
sürüngenlerin kuşlara evrimleştiği iddialarını ispatladığını zannederler. Ancak
Archaeopteryx'in, uçucu, gerçek bir kuş olduğu anlaşılmış ve onun atası
olarak gösterilecek hiçbir sürüngen bulunamamıştır. Bu gerçeğin ortaya
çıkmasıyla, evrimcilerin kuşların sürüngenlerden evrimleştiği iddiasını
destekleyebildikleri tek bir delilleri dahi kalmamıştır.
4) Onlarca yıldır, "atın evrimi", evrim teorisinin en iyi belgelenmiş kanıtlarından biri
olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa at serilerinin tam bir bilimsel fiyasko
olduğu ortaya çıkmıştır. Farklı devirlerde
yaşamış dört ayaklı memeliler küçükten büyüğe doğru dizilmiş ve bu hayali "at
serileri" doğa tarihi müzelerinde sergilenmiştir. Son yıllardaki araştırmalar ise, at
serilerindeki canlıların birbirlerinin atası olmadığını, sıralamaların çok hatalı olduğunu, atın atası olarak
gösterilen canlıların gerçekte attan daha sonra ortaya çıktıklarını ortaya
koymaktadır.
5) İngiltere'nin ünlü "Sanayi Devrimi
Kelebeklerinin", doğal seleksiyonla evrimin yaşanmış bir kanıtı olduğunu
sanırlar. Oysa Sanayi Devrimi sırasında kelebeklerin renklerinde gerçekleşen
değişimlerin doğal seleksiyonla evrim olmadığı kesin olarak ortaya çıkmıştır.
Bu kelebeklerin renkleri değişmemiş, sadece beyaz kelebekler daha çok
sayıdayken, değişen çevre koşulları nedeniyle beyaz kelebeklerin sayısı azalmış, koyu renk
kelebeklerin sayısında artış olmuştur. Bu hikayenin de tam bir bilim
sahtekarlığı olduğu anlaşıldıktan sonra evrimcilerin sözde delillerinden biri
daha geçerliliğini yitirmiştir.
6) İnsanın maymunlarla ortak bir atadan
geldiğini gösteren "maymun adamlara" dair fosil kalıntılarının ve
izlerin olduğunu iddia ederler. Oysa bu konudaki iddiaların tümü sadece
önyargıya dayanmakta, evrimciler bile "insanın evrimi konusunda kanıt
yok" demek zorunda kalmaktadırlar. Örneğin evrimci bir paleoantropolog
olan Richard Leakey şöyle söylemektedir:
David Pilbeam hoşnutsuzlukla şöyle der:
"Farklı bir bilim dalından zeki bir bilim adamını getirseniz ve ona
elimizdeki yetersiz delilleri gösterseniz, kesinlikle 'bu konuyu unutun; devam
etmek için yeterli dayanak yok' diyecektir." Ne David ne de insanın
atasını araştıran diğerleri elbette ki bu tavsiyeye uymayacaklardır, ancak
hepimiz bu kadar yetersiz delille sonuç çıkarmanın ne kadar tehlikeli olduğunun
tamamen farkındayız..2
Leakey'in alıntısında sözünü ettiği bir
başka evrimci paleontolog olan David Pilbeam ise bu konuda şu itirafta
bulunmuştur:
Benim tereddütlerim sadece bu kitabı
(Richard Leakey'in Kökler isimli kitabı) değil, paleoantropolojinin bütün ilgi
alanını ve metodlarını kapsıyor. Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye
çekiniyorlar ki, ben de dahil olmak üzere kuşaklar boyu insan evrimini
araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyorlar. Elimizde olan bilgiler,
teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersiz. 3
İnsanın sözde atası olduğu iddia edilen
fosillerin ya soyu tükenmiş bir maymun türüne veya farklı bir insan ırkına ait
olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, evrimcilerin insanın maymunla ortak
bir atadan evrimleştiği
iddialarını delillendirebildikleri bir tek kanıtları dahi bulunmamaktadır.
7) İnsanla diğer canlıların embriyolarının
anne rahminde (veya yumurtada) aynı "evrim süreci"ni geçirdiklerini,
hatta insan embriyosunun sonradan kaybolan solungaçlarının olduğunu
zannederler. (Bu iddianın büyük bir bilim sahtekarlığına dayandığı ve tümüyle
asılsız olduğu delilleriyle gösterilmiştir. İddianın sahibi olan Haeckel adlı
evrimci bilim adamı, embriyo çizimlerinde kasıtlı değişiklikler yapmış,
embriyoları birbirine benzer göstermeye çalışmıştır. Artık evrimciler dahi bu
iddiayı bilim dışı bir sahtekarlık olarak kabul etmektedirler.
8) İnsanda
ve diğer canlılarda işlevsiz, "körelmiş" organlar olduğunu
zannederler. Hatta DNA'nın bile büyük kısmının işlevsiz, "Hurda DNA"
olduğunu sanırlar. Oysa bütün bu iddiaların, bilimsel cehaletten doğduğu
anlaşılmış, zaman geçtikçe ve bilim ilerledikçe hem organların hem de genlerin
tümünün işlevsel olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gerçek ise, canlıların sözde evrim
sürecinde kullanmadıkları için körelen organlara sahip olmadıklarını, tüm
organları ve yapıları ile, kusursuz olarak yaratıldıklarını, tesadüflerin eseri
olamayacaklarını göstermektedir.
9) Bir canlı türünün kendi içinde yaşadığı
"varyasyonu" (çeşitliliği) -örneğin Galapagos Adaları'ndaki
ispinozların farklı gaga yapılarını- çok güçlü bir evrim kanıtı zannederler.
Oysa bunun evrimin delili olamayacağı bilinmektedir. Gaga yapılarındaki farklılıklar
gibi "mikro" düzeydeki değişimler yeni biyolojik bilgi, yani yeni
organlar üretemez; dolayısıyla evrim sağlayamaz. Sonuç olarak bugün
neo-Darwinistler dahi, bir canlı türü içindeki bazı çeşitlenmelerin evrime
neden olamayacağını kabul etmektedirler.
10) Meyve sinekleri üzerinde yapılan
deneylerde gerçekleştirilen mutasyonlarla yeni canlı türleri üretilebildiğini
zannederler. Oysa bu deneylerde sadece sakat ve kısır bireyler üretilmekte,
hiçbir yararlı mutasyon gözlemlenmemektedir. Akıl ve bilgi sahibi, uzman bilim
adamları kontrolündeki mutasyonlarda dahi yeni türler üretilememesi, evrimin
değil, evrimin olmadığının delilidir. Dolayısıyla mutasyonların da evrimin
delili olarak gösterilmesi imkansızdır.
Aslında "neden evrim teorisine
inanıyorsunuz" sorusu karşısında, ankete katılanların büyük bölümü, bu saydığımız sözde
delillerin de çok azını, çok yüzeysel biçimde biliyor olacaklardır. Bir
zamanlar bir gazete veya dergi köşesinde okudukları, lise öğretmenlerinden
dinledikleri, evrimci kaynaklarda gördükleri bu "efsane"ler onları
bir kez evrimin olduğuna ikna etmiştir ve bir daha da bunları sorgulamaya gerek
görmemişlerdir.
Oysa, üstteki sözde delillerin her biri
tamamen çürüktür.
Bu bir iddia değil, evrim teorisini
eleştiren bilim adamlarının somut kanıtlarla açıkça ispat ettikleri bir
gerçektir. Bu kitabın ilerleyen sayfalarında da aynı gerçek yine
açıklanacaktır.
Darwinizm'i eleştiren önemli isimlerden
biri olan Amerikalı biyolog Jonathan Wells4, pek
çok evrim taraftarının ezbere bildiği ama aslında hepsi de kökten yanlış birer
batıl inanç olan söz konusu evrim efsanelerini "evrimin ikonları"
olarak tanımlar. İkon, bazı batıl dinlerde yer alan ve o inancın kutsal saydığı
kavramları temsil eden ve mensuplarına hatırlatan sembollere verilen isimdir.
Ateist bir din olan5 evrim teorisinin bağlılarının
inançlarını ayakta tutmak için kullandığı ikonlar ise; "maymun adam"
çizimleri, "insan embriyosundaki solungaçlar" gibi gerçekte birer
bilim sahtekarlığından ibaret olan şekiller ve üstte saydığımız ve her biri
asılsız olan efsanelerdir. Wells, Icons of Evolution: Science or Myth? Why
Much of What We Teach About Evolution Is Wrong? (Evrimin İkonları: Bilim mi
Efsane mi? Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Şeylerin Çoğu Neden Yanlış?) adlı
kitabında, burada saydığımız efsanelere paralel olan 10 tane "evrim
ikonu" sayar ve bunların neden çürük olduğunu detaylı olarak anlatır.
Bu efsanelerin hepsi bugün çökmüş
durumdadır. Yerlerine evrimciler tarafından öne sürülen hiçbir yeni kanıt da
yoktur.
Bu
nedenledir ki Darwinizm, 19. yüzyılın yetersiz bilimsel düzeyi içinde "bir
zamanlar" bazı insanlara ikna edici gibi görünen, ancak maskesi 21.
yüzyılda tamamen düşürülmüş, köhne ve çürük bir teoridir.
Din ve Bilim Konusu
Darwinizm'in yıkılan efsanelerini
ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, pek çok evrim
taraftarını bu teoriye bağlayan bir başka nedeni daha ele almak -ve çürütmek-
gerekmektedir.
Bu neden, "din ve bilim
çatışması" denen sahte şablondur. Bu gerçek dışı şablonu savunanlar evrim
teorisinin, bilimsel kanıtları olan, "bilim adamları"tarafından ortak
bir kanaatle kabul edilen bir gerçek olduğunu iddia ederler. Yaratılış
gerçeğini ise bilimden ayrı yalnızca inancın bir gereği olarak öne sürerler.
Oysa bu iddiaları tamamen gerçek dışıdır. Bu konuda örnek olarak ABD'de evrim teorisinin okullarda nasıl
okutulması gerektiği konusunda sürdürülen tartışmayı verebiliriz. Bu tartışma
tamamen bilimsel düzeyde geçmesine rağmen, "kiliseler ile bilim
adamlarının uyuşmazlığı" gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'de
de bir kısım medya organlarında ve yayınlarda
bu konuda yayınlanan haberlere veya bu gazetelerin köşe yazarlarının bir
bölümünün bu konudaki makalelerine bakıldığında, hepsinin aynı yüzeysel ve
yanlış şablonu kullandıkları görülecektir.
Bu şablon,
aşağıdaki nedenlerle, tamamen yanlıştır:
Öncelikle yaratılış, bilimsel delillerle
savunulmaktadır. Bugün dünyada süren evrim-yaratılış tartışması, "bilim
adamları ile kiliseler" arasında değil, evrim teorisine inanmakta ısrar
eden bilim adamları ile bu teorinin geçersizliğini gören bilim adamları
arasında geçmektedir. Mevcut bilimsel kanıtların hepsi evrim aleyhindedir. Bu
kanıtların gücü sayesindedir ki, 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren
evrim teorisi ABD'de düşüşe geçmiş, sırasıyla Kansas, Georgia, Ohio gibi eyaletlerde,
okullarda evrim teorisinin geçersizliğini gösteren kanıtların da öğretilmesi
gerektiği karara bağlanmıştır. ABD'de evrim teorisine karşı oldukça güçlü bir
muhalefet başgöstermiştir. Bu hareketin tüm üyeleri ABD'nin en büyük
üniversitelerinde kariyerleri bulunan bilim adamlarıdır. Hatta 70'li yıllarda
hayatın kökeni ve kimyasal evrim konusundaki teziyle evrim teorisinin tanınmış
savunucularından biri haline gelen Prof. Dean Kenyon da, evrime karşı hareketin
bir temsilcisi haline gelmiştir ve yaşamın kökeninin evrimle değil ancak
bilinçli yaratılışla açıklanabileceğini savunmaktadır.
Epikür'den Darwinizm'e
Miras Kalan Dogmatizm
Franciscan
Üniversitesi'nde Bilim ve Teoloji konusunda öğretim görevlisi olan Benjamin
Wiker Moral Darwinism: How We Become Hedonists? (Ahlaki Darwinizm: Nasıl
Hedonistler Haline Geldik?) isimli kitabında, Darwin'in evrim teorisinin Eski
Yunan'ın ve Roma'nın materyalist düşünürleri Epikür ve Lucretus'un
felsefelerinin güncellenmiş bir versiyonu olduğunu detaylarıyla anlatır. Bu iki
düşünür, sonradan Darwin'in dile getireceği:
1) Doğanın "kendi kendine işleyen bir
sistem" olduğu.
2) Canlılar arasında kıyasıya bir yaşam
mücadelesi yaşandığı ve bunun doğal seleksiyon yoluyla evrimi sağladığı.
3) Doğayı ve canlıları açıklarken, bir
"teleolojik" açıklama yapılmaması (yani amaca yönelik olarak var
oldukları fikrinden yola çıkılmaması) gerektiği gibi gerçek dışı fikirleri
detaylı olarak yazmışlardır.
Dikkat çekici olansa, bu görüşlerin
bilimsel olmayışıdır. Hem Epikür hem de Lucterus deneyler ve gözlemler
yapmamış, tümüyle kendi istekleri doğrultusunda salt mantık yürütmüşlerdir.
Dahası, bu mantığın çıkış noktası da çok ilginçtir. Epikür, bir Yaratıcı'nın
varlığını kabul etmek istemediğini, bu gerçeğin ahiret inancını da beraberinde
getirdiğini ve bu yüzden kendisini kısıtlanmış hissettiğini açıklamış ve tüm
felsefesini bu kabul etmek istemediği durumdan kurtulmak için geliştirdiğini
belirtmiştir. Bir diğer deyişle, Epikür, ateizmi kendisine psikolojik bir rahatlık sağladığı için tercih
etmiş, sonra da bu tercihine dayalı bir dünya görüşü oluşturmaya girişmiştir.
Bu nedenle evrendeki düzenin ve canlıların kökeni konularına ateist bir
açıklama bulmaya çalışmış, evrime temel olan fikirleri bu amaçla benimsemiştir.
Kısaca özetlediğimiz Epikür-Darwin
bağlantısını çok detaylı olarak ortaya koyan Benjamin Wiker bu konuda şu yorumu
yapar:
İlk Darwinist Darwin değildi; Samos
Adası'nda MÖ 341 yılında doğmuş Epikür isimli kötü şöhrete sahip bir
Yunanlıydı. Darwinizm'in felsefi temellerini oluşturan oydu; çünkü tamamen
materyalist, ateist kozmolojiyi o oluşturdu. Bu kozmolojiye göre, cansız
maddenin amaçsız etkileşimleri, sonsuz zaman içindeki bir seri tesadüfi kazalar
sonucunda, sadece Dünya'yı değil, aynı zamanda onun üzerindeki sayısız yaşam formunu
oluşturmuştu. (Epikür) bu kozmolojiyi herhangi bir kanıta dayanarak değil, ama
dünyayı Yaratıcı fikrinden soyutlamak isteğine dayanarak üretmişti... Dine
karşı duyduğu nefret, Epikür'ü modernizme bağlamaktadır, çünkü (Darwinist)
modernler de Epikür'ün mirasçılarıdırlar. Uzun ve dolambaçlı bir yol sonucunda,
Epikürsel materyalizmin revize edilmiş bir şekli, günümüzdeki bilimsel
materyalizmin temeli haline geldi. Bu Darwin'in Türlerin Kökeni'nde
varsaydığı materyalist kozmolojiydi ve hala da doğadaki tasarımı göz ardı
edenlerin fikri temelini oluşturmaktadır.6
Günümüzde de evrim teorisini ısrarla
savunanların motivasyonu, "bilim yanlısı" olmalarından değil,
"ateizm yanlısı" olmalarından gelmektedir. Ateizme olan bağlılıkları
ise, aynen fikir babaları Epikür'de olduğu gibi, Allah'ın varlığını kabul
etmenin, kendi bencil tutkularıyla çatışmasından kaynaklanmaktadır.
Burada hemen belirtmek gerekir ki,
Allah'ın Kuran'da inkarcılar hakkında bildirdiği, "Vicdanları kabul
ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla (Allah'ın ayetlerini) inkar
ettiler" (Neml Suresi, 14) ayeti, bu kişilerin durumunu tam olarak
tarif eder. Bir diğer ayette ise, "Kendi
istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?..." (Furkan
Suresi, 43) buyrulmaktadır. Allah'ı, sırf O'nun varlığını kabul etmek
nefislerinin istek ve tutkuları ile çatıştığı için inkar eden
Epikürcü-Darwinist klan da bu ayette tarif edilen insanların konumuna
girmektedirler. Dolayısıyla, evrim-yaratılış tartışmasını "bilim-din
çatışması" olarak görmek, çok büyük bir aldanıştır.
Evrim ve yaratılış, evrenin ve canlıların
kökeni hakkında tarihin eski çağlarından beri var olan iki farklı açıklamadır.
Bu iki açıklamadan hangisinin bilimsel olarak doğru olduğunun anlaşılması için
bilimsel bulgulara bakmak gerekir. Tüm bulgular, bu kitapta ve diğer
eserlerimizde açıklandığı gibi, evrim teorisinin yanlış, yaratılış gerçeğinin
ise doğru olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.
Bilimin Ateist Olmak
Zorunda Olduğu Yanılgısı
Bilimin
ateist olmak, yani "evren sadece maddeden ibarettir, madde ötesinde bir
bilinç yoktur" şeklindeki bir dogmaya inanmak ve bunu desteklemek
zorunluluğu yoktur. Bilim bulguları inceler ve doğruluğu kesin olan bulgular
bizi nereye götürüyorsa onu kabul eder.
Bugün
astrofizik, fizik, biyoloji gibi farklı bilim dalları, evrende ve doğada
rastlantılarla açıklanması imkansız yaratılış örnekleri olduğunu açıkça
göstermektedirler. Deliller, bir Yaratıcı'nın varlığını kanıtlamaktadır. Bu
Yaratıcı, gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki canlı-cansız herşeyi yaratan
sonsuz güç ve akıl sahibi Allah'tır.
Kanıtsız olan "inanç" ise
ateizmdir.
Ateizmin en önemli dayanağı sanılan
Darwinizm ise, ilerleyen sayfalarda inceleneceği gibi, çökmüş durumdadır.
Bir Zamanlar Yaşam Basit Sanılıyordu
Darwinizm,
yeryüzündeki tüm canlılığın, herhangi bir amaç ya da plan olmadan, rastlantılar
sonucunda oluştuğu iddiasıdır.
Bu
iddianın ilk halkasında ise, cansız maddenin içinde ilk canlının ortaya çıkışı
yer alır. Bu ilk canlının gerçekten cansız maddeden tesadüfen oluşabileceği
gösterilmelidir ki, doğal bir "evrim süreci" olup olamayacağı
tartışılabilsin.
Peki bu ilk halka bilimsel verilerle
kıyaslanınca ortaya ne çıkar? Yani cansız maddenin içinden tesadüfler sayesinde
canlı bir organizma çıkabilir mi?
Bir zamanlar gözlem ve deneylerin
üstteki soruya olumlu cevap verdiği sanılıyordu.
Yani cansız maddenin içinden,
kendi kendine, canlılar türeyebileceği düşünülüyordu. Çünkü söz konusu
"gözlem ve deneyler" çok ilkeldi.
Bu gözlem
ve deneylerin ilk sahipleri Eski Mısırlılardı. Nil nehrinin çevresinde yaşayan
bu halk, yağışlı mevsimlerde Nil çevresinde çoğalan kurbağaların, nehrin
etkisiyle çamurdan türediklerini sanıyordu. Sadece kurbağaların değil, yılan,
solucan ve farelerin de, su baskınlarıyla taşan Nil ırmağının çamurlarından
oluştuklarını düşünüyorlardı. Yaptıkları yüzeysel "gözlem", onları
böylesi batıl bir inanışa sürüklemişti.
Sadece
Eski Mısır'da değil, eski çağlardaki pek çok pagan toplumda da canlı ve cansız
varlıklar arasındaki sınırın belli-belirsiz ve kolayca aşılabilir olduğu inancı
yaygındı. Hindu felsefesine göre ise, evren "prakriti" adı verilen
kocaman, yuvarlak bir maddeden oluşmuştu. Canlı cansız tüm maddeler bu ilk
maddeden evrimleşerek oluşmakta ve tekrar prakritiye dönüşmekteydi. Eski Yunan
felsefecilerinden Thales'in öğrencisi Anaksimenderes "Doğa" isimli
şiirinde hayvanların, güneş ışığıyla buharlaşan bir balçıktan meydana
geldiklerini yazdı.
Tüm bu
batıl inanışların temelinde, canlılığın basit bir yapıya sahip olduğu zannı
yatıyordu. Bu zan modern bilimin doğduğu Avrupa'da da uzun bir süre korundu.
Modern bilim 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başladı, ancak bilim adamlarının
canlılığın detaylarını, özellikle de gözle görülmeyen moleküler yapısını
inceleme imkanı olmadığı için, en az üç yüz yıl daha canlılığın basit olduğu
düşüncesi bazıları için ikna edici olmaya devam etti.
Bu ikna ediciliğin temelinde yine bazı
yüzeysel gözlem ve deneyler vardı. Örneğin Belçikalı kimyacı Jan Baptista van
Helmont (1577–1644) kirli bir gömleğin üzerine buğday döktü ve belli bir süre
bekledikten sonra gömleğin çevresinde fareler bulunca, buğday ve gömlek
karışımından farelerin ürediğine inandı. Alman bilim adamı Athanasius Kircher
(1601-1680) de benzer bir deney yaptı. Ölü sineklerin üzerine bal döken ve bir
süre sonra bu balın çevresinde, uçuşan sineklerin bulunduğunu gören Kircher,
sinek ölüleriyle birleşen balın canlı sinek ürettiğini sandı.
Ancak daha
bilinçli deneyler yapan bilim adamları, bu düşüncelerin birer yanılgı olduğunu
fark edebiliyorlardı. İtalyan bilim adamı Francisco Redi (1626 –1697) bu konuda
ilk kez kontrollü bir deney yaptı. İzolasyon yöntemini kullanarak, etlerin
üzerindeki kurtların kendiliğinden oluşmadığını, sineklerin getirip
bıraktıkları larvalardan çıktığını belirledi. Redi, canlılığın cansız
maddelerden değil, ancak bir başka canlıdan gelebileceğini savundu. Bu görüş
"biogenez" olarak bilindi. Canlılığın kendiliğinden oluşabildiği
görüşünün adı ise "abiogenez"di.
Abiogenez
ve biogenez taraftarları arasındaki bilimsel tartışmayı 18. yüzyılda John
Needham (1713-1781) ve Lazzaro Spallanzani (1729-1799) sürdürdü. Her ikisi de
bir parça eti kaynattıktan sonra izole ettiler. Needham ette yine kurtların
oluştuğunu gözlemledi ve bunu abiyogeneze delil saydı. Spallanzani ise aynı
deneyi tekrarladı, ama eti daha uzun süre kaynattı. Böylece üzerindeki tüm
organik formları öldürmüş oluyordu. Ve bunun sonucunda et kurtlanmadı. Böylece
Spallanzani abiyogenezi çürütmüş oluyordu. Ama yine de pek çok insan buna
inanmadı. Spallanzani'nin "eti çok fazla kaynatarak içindeki yaşam gücünü
öldürdüğünü" söylediler.
Charles Darwin teorisini geliştirirken,
hayatın kökeni konusu işte bu gibi tartışmalarla belirsizdi. Pek çok insan, kurtlar gibi
gözle görülür canlıların olmasa bile, bakterilerin ve diğer mikropların cansız
maddeden türeyebileceğine inanıyordu. Ünlü Fransız kimyacı Louis Pasteur,
asırlardır süregiden abiyogenez iddiasını deneyleri ile 1860 yılında çürüttü,
ama abiyogenez düşüncesi yine de pek çok insanın zihninde yer etmeye devam
etti.
Bu nedenle
Darwin ilk hücrenin nasıl ortaya çıkmış olabileceği konusu üzerinde hemen hiç
düşünmedi. 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni'nde bu konuya dair
herhangi bir açıklama yapmadı. Pasteur'un deneyleri bu konunun Darwinizm için
büyük bir problem olduğunu ortaya koyduktan sonra bile, meseleye fazla
eğilmedi. Hayatın kökeni konusundaki tek bilinen "açıklaması", ilk
hücrenin "küçük sıcak bir gölde" oluşmuş olabileceği yönündeydi.
Darwin
1871'de Joseph Hooker'a yazdığı mektupta şöyle diyordu:
Genellikle
deniyor ki, bir yaşayan organizmanın ilk üretimi için gerekli koşullar şimdi
mevcut olduğuna göre, bu koşullar her zaman mevcut olmalıydı. Ama eğer tüm
amonyak ve fosforik tuzların bulunduğu, ışık, ısı, elektrik vs.nin var olduğu
küçük sıcak bir gölde, bir protein bileşiği kimyasal olarak oluşsa ve daha
kompleks değişimler geçirmeye hazır olsaydı, günümüzde bu madde hemen absorbe
edilirdi, ama canlı yaratıkların varlığından önce bu durum böyle olmayabilirdi.7
Kısacası Darwin, sıcak bir gölün içinde
yaşamın hammaddesi olan bazı kimyasallar bulunduğu takdirde, proteinlerin
oluşabileceğini, bunların da çoğalıp, birleşip, bir hücre oluşturabileceklerini
savunmuştu. Dahası, böyle bir oluşumun günümüz dünya koşullarında mümkün
olmadığını, ama eski devirlerde mümkün olabileceğini ileri sürmüştü.
Darwin'in her iki iddiası da hiçbir
bilimsel temeli olmayan birer spekülasyondu.
Ama bu spekülasyonlar kendinden sonra
gelecek evrimcilere ilham kaynağı olacak ve yüzyılı aşkın bir süre devam edecek
umutsuz bir çabayı başlatacaktı.
Bu umutsuz
çaba, asırlardır varlığını koruyan ve Darwin'i de yanıltan bir yanılgıya
dayanıyordu: Yaşamın, salt tesadüfler ve doğa kanunları ile ortaya çıkabilecek
kadar basit olduğu yanılgısına...
O zamandan
bu yana yüzyıl gibi uzun bir zaman geçti.
Binlerce bilim adamı, hayatın kökenine
evrimsel bir açıklama getirmek için çaba harcadılar. Yolu açanlar, Alexander
Oparin ve J. B. S. Haldane oldu. Biri Rus diğeri İngiliz -ama her ikisi de
Marksist- olan bu iki bilim adamı, "kimyasal evrim" olarak bilinen
teoriyi ortaya attılar. Darwin'in hayal ettiği gibi, yaşamın hammaddesi olan
moleküllerin, enerji katkısı sayesinde, kendi kendilerine evrimleşip canlı bir
hücre yapabileceklerini iddia ettiler.
Oparin ve Haldane'in tezleri 20. yüzyıl
ortasında ivme kazandı. Çünkü yaşamın ne denli kompleks olduğu hala tam
bilinmiyordu ve Stanley Miller adlı genç bir kimyacının deneyi, "kimyasal
evrim" tezine göstermelik bir bilimsel destek sağlamıştı.
Bir Zamanlar Miller
Deneyi Vardı
Bugün
yaşamın kökeninden bahseden evrimci kaynaklara bakarsanız, büyük olasılıkla,
savundukları tezlere en büyük kanıt olarak "Miller Deneyi"ni
gösterdiklerini görürsünüz. Pek çok ülkenin biyoloji konulu ders kitaplarında
öğrencilere bu deneyin ne denli önemli bir bulgu olduğu ve sözde "yaşamın
kökeni sorununu nasıl aydınlattığı" anlatılır. Deneyin detayları çoğu
zaman göz ardı edilir. Deneyde neyin üretildiği ve bunun yaşamın kökeni
meselesinin kaçta kaçına "ışık tutmuş" olabileceği de göz ardı
edilir.
Bu deneyin
kendisine ışık tutmak için, daha önceki çalışmalarımızda çok detaylı olarak yer
verdiğimiz gerçekleri kısaca özetleyelim.
1953 yılında, Chicago Üniversitesi Kimya
bölümü öğrencisi olan Stanley Miller, hocası Harold Urey'in de gözetimi
altında, ilkel dünya atmosferine benzediğini varsaydığı bir gaz karışımı
oluşturdu.
Sonra bu
karışımın içine bir haftayı aşkın bir süre elektrik verdi ve bu sürenin sonunda
canlılarda kullanılan -ve kullanılmayan- bazı aminoasitlerin sentezlendiğini
gözlemledi.
Aminoasitler,
vücudun en temel malzemeleri olan proteinlerin yapıtaşlarıdır. Yüzlerce
aminoasit, hücre içinde belirli bir sırayla birleştirilir ve böylece proteinler
yapılır. Hücreler de ortalama birkaç bin ayrı türde proteinden meydana gelir.
Yani aminoasitler, canlıların en küçük parçalarıdır.
İşte bu nedenle Stanley Miller'ın
aminoasit sentezi, evrimciler arasında büyük heyecan uyandırdı. Ve on yıllar
sürecek bir "Miller Deneyi efsanesi" doğmuş oldu.
Oysa efsane boştu. Geçersizdi.
Bu gerçek yavaş yavaş ortaya çıktı.
1970'lerde dünyanın ilk zamanlarındaki atmosferin, Miller'in deneyinde
kullandığı metan ve amonyak gazlarını içermediği, onun yerine başlıca azot ve
karbondioksit içerdiği kanıtlandı. Bu da Miller'in senaryosunu boşa çıkardı
çünkü söz konusu gazlar aminoasit oluşumu için hiç de uygun değillerdi. Jeoloji
dergisi Earth'de yayınlanan 1998 tarihli bir makalede bu gerçek şöyle
özetleniyordu:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle
karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca
karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953'teki
deneyde (Miller Deneyi'nde) kullanılandan çok daha az aktifler.8
Bir diğer ünlü bilim dergisi National
Geographic'in aynı yıla ait bir makalesinde ise, konuyla ilgili şu
satırlara yer veriliyordu:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin
Miller'in öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve
amonyaktan çok, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise
kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde
edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda.9
Jon
Cohen'in Science dergisinde yayınlanan 1995 tarihli bir makalesindeki
yorum da bu konuda açıklayıcıdır. Cohen hayatın kökenini araştıran bilim
adamlarının Miller Deneyi'ni dikkate almadıklarını belirtmiştir ve nedenini de
şöyle özetlemiştir: "Çünkü erken dünya atmosferi, Miller-Urey
simülasyonuna hiç mi hiç benzemiyordu."10
Miller
Deneyi'ni geçersiz kılan bir diğer nokta, erken dünya atmosferinde bol miktarda
oksijen olduğunun da belirlenmiş olmasıdır. Bu gerek Miller Deneyi'ni gerekse
diğer kimyasal evrim senaryolarını çıkmaza sokmuştur, çünkü oksijenin, tüm
organik molekülleri oksitleme özelliği vardır. Vücut içinde bu tehlike, çok
özel enzim sistemleri ile önlenir. Doğada serbest halde gezecek bir organik
molekülün oksijen tarafından okside edilmemesi yani yakılmaması imkansızdır.
Tüm bu
gerçeklere rağmen, başta belirttiğimiz gibi Miller Deneyi on yıllardır yaşamın
kökenini açıklayan çok önemli bir bulgu gibi gösterilir. Ders kitaplarında
öğrencilere böyle sunulur. Bu sunum yapılırken de, "Miller organik
bileşiklerin nasıl sentezlenebileceğini gösterdi" veya "Miller ilk
hücrelerin nasıl oluştuğunu gösterdi" gibi yönlendirici ifadeler tercih
edilir.
İşte bu nedenle pek çok eğitimli insan da,
bu konuda yanıltılmış durumdadır. Örneğin bazı makalelerde evrim teorisinden
söz edilirken, "aminoasit, protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayat
oluşuyor, canlılık başlıyor" gibi
ifadelere rastlanabilmektedir. Bu, muhtemelen, Miller Deneyi efsanesinin
zihinlerde bıraktığı batıl inançlardan biridir. Gerçekte ise, "aminoasit,
protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayatın
oluştuğu" hiçbir zaman görülmemiştir. Hayat bir yana, aminoasitlerin
oluşumunu açıklamaya çalışan Miller Deneyi de, yukarıda açıkladığımız gibi,
bilimsel geçerliliği kalmamış, köhne bir denemedir. Aynen kurtlanan etleri
abiogenez kanıtı sanan Jan Baptista van Helmont'un veya Athanasius Kircher'in
"deneyleri" gibi. Jeremy Rifkin, Türkçeye Darwin'in Çöküşü
adıyla çevrilen kitabında (Algeny: A New World) aynı benzetmeyi yapar:
Eğer bilim
adamları azıcık şüphe duyma zahmetine katlanmış olsalardı, bu deneyin (Miller
Deneyi'nin), tıpkı daha önceki yıllarda çöplerden çıkan sinek kurtlarını
gözleyerek hayatın cansız maddeden çıktığını iddia eden bilim adamlarının
yaptıkları gibi, kurgusal bir hikayeden ibaret olduğunu hemencecik
görebilirlerdi.11
Miller
Deneyi'ni önemli bir bulgu zannedenlerin anlayamadıkları çok önemli bir nokta
da şudur: Miller kendi oluşturduğu ve erken dünya atmosferi ile ilgisi olmayan
suni koşullarda deneyini gerçekleştirmiştir yani deneyin koşulları geçersizdir.
Ayrıca -ve en önemlisi- bu deneyde sadece aminoasit sentezleyebilmiştir ve
herhangi bir şekilde aminoasit oluşması, kesinlikle
canlılık oluşması demek değildir.
Canlı hücresini dev bir fabrikaya
benzetirsek, aminoasitler de bu fabrikanın birer tuğlası olabilir. Önemli olan
bu tuğlaların nasıl dizilip tasarlanacağıdır. Bugüne kadar hiçbir deney,
aminoasitlerin tesadüfen veya kendi kendilerine organize olup fonksiyonel bir
protein oluşturduklarını göstermemiştir. Canlılığın oluşması içinse
yüzlerce farklı proteinin, DNA
kodlarının, bunları yorumlayan
enzimlerin, seçici geçirgen bir hücre zarının vs., yani çok
kompleks bir mekanizmalar bütününün oluşması gerekir. Böyle bir "kimyasal evrim"in mümkün olduğu ise
hiçbir zaman gösterilememiştir. Dahası, buna inanmak tek kelimeyle imkansıza
inanmaktır. Dünyaca ünlü fizikçi ve bilim yazarı Paul Davies, bu konuda şu önemli yorumu yapar:
Bazı bilim
adamları, sadece biraz enerji atalım ve kendi kendine (yaşam) oluşur diye
düşünüyorlar. Bu, şunu demek gibi bir şey: Tuğla yığınlarının altına bir
dinamit koyalım. Patlasın, ve bir eviniz olsun! Elbette bir eviniz olmaz,
sadece karmaşa olur. Yaşamın kökenini açıklamaktaki zorluk, bu kompleks
moleküllerin içiçe geçmiş kompleks organizasyonel yapısının, rastlantısal bir
enerji girişiyle nasıl oluştuğunun açıklanmasındadır. Bu çok spesifik kompleks
moleküller kendilerini nasıl biraraya getirmişlerdir?12
Aslında Paul Davies'in verdiği örnek,
yaşamın kökeni sorununun gerçek çözümünü de içinde barındırmaktadır. Ortada bir
ev varsa, bu evin "tuğlaların dinamitle patlatılması sonucunda"
oluştuğunu varsaymak ve bunun nasıl mümkün olabileceği konusunda teoriler
üretmek mantıklı mıdır? Yoksa mantıklı olan, evin bir dinamit patlaması
sonucunda değil de, üstün bir yaratılış ve düzenlemeyle ortaya çıktığını mı
kabul etmektir?
Cevap çok açıktır.
Bu nedenledir ki, yaşamın kompleksliğinin
tüm detaylarıyla anlaşıldığı son 20 yılda, pek çok bilim adamı "kimyasal
evrim" efsanesini terk etmiş ve yaşamın kökenine yeni bir cevap getirmeye
başlamıştır: Bu cevap, yaratılış gerçeğidir.
Yaşamın Şaşırtıcı
Kompleksliği
Yaratılış gerçeğinin açıkça fark
edilmesine sebep olan en önemli çıkış noktası, yaşamın Darwin zamanında hayal
bile edilemeyen kompleksliğidir. Lehigh Üniversitesi'nden biyokimya profesörü Michael J. Behe,
1996 yılında yayınlanan Darwin's Black Box (Darwin'in Kara Kutusu) adlı
kitabında, canlılıktaki kompleksliğin keşfedilmesinden şöyle söz eder:
1950'lerin
ortalarından beri biyokimya bilimi, moleküler düzeyde yaşamın çalışmalarını
açıklığa kavuşturmaktadır. Darwin, 19. yüzyıldaki gelişim derecesiyle bilim;
görme, bağışıklık sistemi veya hareket mekanizmaları gibi sistemlerin
işleyişlerini dahi tahmin edemiyordu. Modern biyokimya ise bu ve benzeri
fonksiyonları gerçekleştiren moleküllerin tanımlanmasına yol açtı. Önceleri,
yaşamın temellerinin basit bir esasa dayalı olduğu düşünülmekteydi. Oysa bu
beklenti artık tamamen yok olmuştur. Görme, hareket mekanizmaları ve diğer
biyolojik fonksiyonların, televizyon kameraları ve otomobillerden daha az
karmaşık olmadığı kanıtlanmıştır. Bilim, yaşamın kimyasının nasıl
şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük atılımlar yapmıştır. Fakat
biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas düzeni ve kompleksliği,
bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi felce uğratmıştır... Pek çok
bilim adamı kendilerine fazlaca güvenerek, açıklamaların çoktan ellerinde
olduğunu öne sürmüştür. Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını
söylemişler fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına bir destek
bulamamışlardır. Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde,
yaşam mekanizmalarının Darwinist bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı
ortadadır.13
Peki hücrenin içinde bu denli kompleks
olan ne vardır? Behe, sorunun cevabını şöyle özetler:
1950'lerden kısa bir süre sonra bilim,
yaşayan organizmaları meydana getiren moleküllerin bir kısmının özelliklerini
ve şekillerini belirleyebilecek bir noktaya geldi. Yavaş yavaş, uzun çalışmalar
sonucu pek çok biyolojik molekülün yapısı keşfedildi ve bunların çalışma
yöntemleri sayısız
deney ile kanıtlandı. Toplanan sonuçlar ise yaşamın makineler üzerine kurulu
olduğunu göstermektedir. Bu makineler, moleküllerden oluşmuştur! Moleküler
makineler yüklerini hücre içindeki bir yerden diğerine, yine diğer moleküller
tarafından meydana getirilen "anayollar" ile taşırlar. Bu arada
diğerleri hücreyi bir şekilde sabit tutabilmek için kablo, ip ve makara
göreviyle hareket ederler. Makineler hücreye ait şalterleri açıp kaparlar,
bazen hücreyi öldürürler veya aksine gelişmesini sağlarlar. Güneş enerjisiyle
çalışan makineler fotonların enerjisini ele geçirir ve bunları kimyasal
maddeler içinde saklarlar. Elektrikli makineler, akımın sinirlerden geçmesini
sağlar. Üretim yapan makineler kendileri gibi başka moleküler makineleri inşa
ederler, ve kendilerini de. Hücre, makineler kullanarak yüzer, makinelerle
kendisini kopyalar, makinelerle beslenir. Kısacası, oldukça kompleks olan
moleküler makineler her türlü hücresel işlemi kontrol ederler. Yaşamın
detaylarının ince ayarı yapılmıştır ve sonuçta yaşamın makineleri oldukça
komplekstir.14
İsrailli
fizikçi ve moleküler biyolog Gerald Schroeder de hücrenin içindeki olağanüstü
kompleksliğe dikkat çekmektedir:
…
Vücudunuzdaki her hücre saniyede ortalama 2000 protein oluşturmaktadır. Her
saniye, her hücrede ve hiç aralık verilmeksizin. Hücreler bunu öylesine
mütevazi bir tavırla yapmaktadırlar ki biz bunca faaliyeti hiç ama hiç
hissetmeyiz. Protein yüzlerce aminoasitin biraraya gelerek oluşturduğu bir
dizidir ve aminoasitler de yaklaşık yirmi kadar atomdan oluşur. Vücudunuzdaki
her bir hücre, şu anda yaklaşık on
milyon atomdan oluşan beş yüz bin kadar aminoasiti seçip bunları önceden
seçilmiş olan dizilerde organize ediyor, biraraya getiriyor her bir dizinin
spesifik bir şekilde kıvrılıp kıvrılmadığını kontrol ediyor ve daha sonra her
bir proteini her nasılsa bu özel proteine ihtiyaç duyduğunun işaretini veren
belli bir alana, bazılarını hücre içine, bazılarını hücre dışına gönderiyor. Bu işlem her
saniye, her hücrede tekrarlanıyor. Bedenimiz yaşayan bir mucizedir.15
Bu
olağanüstü kompleks yapının rastlantıların ve doğa kanunlarının ürünü olduğunu
iddia etmek, Paul Davies'in belirttiği gibi, tuğlaların altına dinamit koyarak
bir ev oluşabileceğini iddia etmek gibidir. Bu nedenledir ki, yaşamın
kompleksliği karşısında, Darwinistler çaresizdirler. Behe, hiçbir bilimsel
yayında yaşamın kökenine dair evrimsel bir açıklama bulunmadığını şöyle
anlatır:
Evrim üzerine yapılan bilimsel yayınları
incelerseniz ve araştırmanızda moleküler makineler, yani hayatın temeli üzerine
odaklanırsanız; gitgide artan bir korku ve kesintisiz bir sessizlikle
karşılaşırsınız. Yaşamın karmaşıklığı bunu hesaplama yolundaki bilimin
teşebbüslerini felce uğratmıştır, moleküler makineler Darwin'in önüne aşılamaz
bir bariyer kurmuştur.16
Kısacası yaşamın kökeni, evrim teorisini
çöküşe götüren önemli gerçeklerden biri olmuştur. Peki evrimciler neden hala Darwinizm'i
savunmaktadırlar?
Miller Deneyi'nin iki mimarından biri olan
Harold Urey bu konuda şu itirafta bulunmuştur.
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu
konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde
evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak)
Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden
evrimleştiğine inanıyoruz...
Kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için
zor.17
Urey, kendisinin
ve pek çok meslektaşının hayatın rastlantısal bir kökeni olduğuna
"inandıklarını" belirtmektedir. Gerçekten de teorinin temelinde bilim
değil inanç yatmaktadır. Maddeden başka bir şey olmadığı ve tüm olguların
maddesel etkilerle açıklanması gerektiği yönündeki bu inancın adı da
materyalist felsefedir.
Bilimsel yönden çökmüş olan Darwinizm,
salt bu felsefeye olan körü körüne inanç nedeniyle savunulmaktadır. Ama bu da
teoriye fazla ömür kazandıramamıştır.
Bir Zamanlar Fosiller Evrim Kanıtı Sanılıyordu
Fosil bilimi Darwin'den çok daha önce
gelişti. Bu bilimin, yani paleontolojinin kurucusu, Fransız zoolog Baron
Georges Cuvier (1769-1832) idi. Cuvier, Britannica'nın ifadesiyle,
"fosilleri ilk kez zoolojik bir sınıflandırmaya sokmuş, kaya tabakaları ve
fosil kalıntıları arasındaki ilişkiyi göstermiş ve ayrıca yaptığı
karşılaştırmalı anatomi çalışmaları ve fosil rekonstrüksiyonları ile,
fonksiyonel ve anatomik ilişkileri göstermişti."18
Cuvier'nin önemli bir özelliği ise, onun
döneminde Lamarck tarafından dile getirilen evrim teorisine karşı çıkması ve
canlı gruplarının ayrı ayrı yaratıldıklarını savunmasıydı. Hayvan
anatomilerindeki detaylı ve hassas özelliklere dikkat çeken Cuvier, bu
özelliklerin rastgele değişimlere izin vermeyeceğini açıklamıştı. Ona göre,
"türler hem fonksiyon hem de yapı itibarıyla o denli iyi koordine
olmuşlardı ki, büyük değişimlerde hayatta kalamazlardı... Her tür kendi özel
amacı ve her organ kendi özel fonksiyonu için yaratılmıştı."19
Charles Darwin ise fosillere farklı bir yorum
getirdi. Ona göre geçmişte dünya üzerinde tek bir ortak atadan diğer canlı
türlerini kademeli olarak türeten bir evrim süreci yaşanmıştı ve fosiller bu
sürecin kanıtlarıydılar.
Darwin böyle bir yorum getirmişti, ama bu
yorum bir kanıta dayanmıyordu. Aksine, Darwin zamanında elde bulunan fosiller
hiç de evrim göstermiyordu. Soyu tükenmiş farklı canlılara ait kalıntılar
vardı, ama bu kalıntılar Darwin'in teorisinin gerektirdiği gibi birbirlerine
akrabalık bağı ile bağlı durmuyorlardı. Bilinen her fosil, bilinen her canlı
gibi, kendine has özelliklere sahipti. Doğa tarihi, doğanın şu anki durumu
gibi, birbirine çok benzeyen ve yakın türlere değil, birbirlerinden çok farklı
ve aralarında büyük yapısal farklılıklar bulunan gruplara ayrılmıştı.
Bu nedenle Darwin, fosilleri teorisi için
bir delil olarak kullanamadı. Aksine, teorisi için sorun oluşturan bu önemli
meseleyi kitabında "tevil etmeye" (yani bahaneler öne sürerek bu
sorundan kurtulmaya) çalıştı. Kitabının "Difficulties on Theory"
(Teorinin Zorlukları) başlıklı bölümünde bu konuya yer ayırdı. Bununla beraber,
"On the Imperfection of the Geological Record" (Jeolojik Kayıtların
Yetersizliği) başlıklı ve sırf fosiller ve ara formların yokluğu konusunu ele
alan bir bölüm daha ekledi kitabına.
Ancak kitabın her iki bölümünde de
Darwin'in sorunu çok açık bir şekilde görülüyordu. Teorisi, canlı türlerinin
çok küçük ve uzun vadeli kademeli değişimlerle ortaya çıktıkları iddiası
üzerine kuruluydu. Eğer bu doğru olsaydı, o zaman her türü bir diğerine
bağlayan ara formlar yaşamış olmalı ve bunların izlerine de fosil kayıtlarında
rastlanmalıydı. Ama fosil kayıtları hiçbir "ara form" göstermiyordu.
Darwin sonuçta bu büyük sorunu geleceğe
havale etmek durumunda kaldı. Zaten fosil sorununu ele almak için yazdığı bölümün
başlığı -"On the Imperfection of the Geological Record" (Jeolojik
Kayıtların Yetersizliği)- bunu açıkça gösteriyordu. Darwin'e göre sorun fosil
kayıtlarının yetersiz olmasıydı. Yeni fosiller bulundukça, teorisini
destekleyen kanıtlar geleceğine kesin gözüyle bakıyordu. Şöyle yazmıştı:
Jeolojinin sözünü ettiğim gibi kademeli bir
organik zincir açığa çıkarmadığı kesin; ve bu, belki de, benim teorime karşı
öne sürülebilecek en bariz ve en büyük itiraz. Açıklamanın, jeolojik kayıtların
olağanüstü derece yetersiz oluşunda yattığına inanıyorum. 20
O zamanlar Darwin'in bu kehaneti
bazılarına inandırıcı gelmişti. Sayıları giderek artan Darwinistler yeryüzünü
kazarak fosil kayıtlarını genişletmeye ve "kayıp" sandıkları ara
formları aramaya başladılar. Onları heyecanlandıracak bazı bulgular da elde
edildi... Ama bu heyecanlarının boşuna olduğu zamanla anlaşılacaktı.
Evrimciler adına heyecanlandırıcı
bulgulardan biri, Archaeopteryx adı verilen bir kuş fosiliydi. 1860
yılında Almanya'nın Solnhofen kasabası yakınlarında bulunan bu fosil, bir kuşa
ait olmasına karşın bazı özgün özellikler içeriyordu. Ağzında dişlerin,
kanatlarında pençe benzeri tırnakların var olması ve uzun kuyruğu, fosilin bu
açılardan sürüngenlere benzetilmesine neden oldu. Bu ise Darwinistler için bulunmaz
bir fırsattı. Darwin'in en ateşli savunucusu olarak bilinen Thomas Huxley, Archaeopteryx'i
yarı sürüngen-yarı kuş bir canlı ilan etti. Kanatlarının uçuşa elverişli
olmadığı ve dolayısıyla canlının "ilkel bir kuş" olduğu yönündeki
yorum, giderek büyük bir popülarite kazandı ve 20. yüzyıl boyunca da sürecek
olan Archaeopteryx efsanesi doğmuş oldu.
Ancak bu
efsanenin çok yüzeysel olduğu; canlının "ilkel kuş" olmadığı; aksine
iskelet ve tüy yapısının uçmaya son derece elverişli
olduğu; sürüngenlere benzetilen özelliklerinin tarihte yaşamış ve hatta
günümüzde yaşayan diğer bazı kuşlarda da bulunduğu zamanla ortaya çıkacaktı.
Söz konusu
bulgular sonucunda "tüm zamanların en ünlü ara form adayı"
sayılabilecek Archaeopteryx hakkındaki evrimci spekülasyonlar günümüzde
büyük ölçüde dinmiş durumdadır. Ornitoloji (kuş bilimi) uzmanı olan Kuzey
Carolina Üniversitesi Biyoloji Bölümü profesörü Alan Feduccia'nın belirttiği
gibi "Archaeopteryx'in çeşitli anatomik özelliklerini inceleyen
yeni araştırmacıların pek çoğu, bu canlının daha önce hayal edilenden çok daha
kuş-benzeri olduğunu göstermiştir". Archaeopteryx hakkında çizilen
"yarı sürüngen canlı" portresinin ise yanlışlığı ortaya çıkmıştır;
yine Feduccia'ya göre "Archaeopteryx'in theropod dinozorlara olan
benzerliği çok büyük ölçüde abartılmıştır."21 Kısacası Archaeopteryx'in günümüz kuşlarından hiçbir
farkının olmadığı anlaşılmıştır.
Archaeopteryx
dahil olmak üzere-
Darwin'den bu yana geçen bir buçuk yüzyıl içinde hiçbir ara form bulunamadığını
açıkça söyleyebiliriz. Bu gerçek özellikle 70'li yıllardan itibaren
reddedilemez hale gelmiş ve evrim teorisine inanan bazı paleontologlar
tarafından da kabul edilmiştir. Bu paleontologlar arasında en çok dikkati çeken
isimler Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge'dir. "Sıçramalı evrim"
(punctuated equilibrium) adı altında farklı bir evrim modeli ileri süren bu
ikili, Darwinizm'in "kademeciliğinin" fosil kayıtları tarafından
çürütüldüğünü açıkça ve ısrarla dile getirmişlerdir. Gould
ve Eldredge'in detaylarıyla gösterdikleri gibi, farklı canlı grupları fosil
kayıtlarında aniden ortaya çıkmakta ve sonra da yüzmilyonlarca yıl değişim
geçirmeden kalmaktadırlar.
Eldredge, bir başka evrimci paleontolog
olan Ian Tattersall ile birlikte yazdığı bir kitapta şu önemli tespiti
yapmıştır:
Ayrı türlere ait fosillerin, fosil
kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin
Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir
gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil
bulguları elde edecekleri kehanetinde bulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı
aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil
kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale
gelmiştir.
Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden
kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin
yanlış olduğunu göstermektedir. Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları
ve uzun zaman dilimleri boyunca hep statik kaldıkları yönündeki gözlem, "kral
çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu
görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü
tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan
paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.22
Üç evrimci biyoloğun ortaklaşa kaleme
aldıkları 1988 basımı Integrated Principles of Zoology (Zoolojinin
Entegre Prensipleri) adlı kitapta aynı gerçek şöyle açıklanır:
Pek çok tür
milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişiklik geçirmeden kalmakta, sonra ani bir
şekilde yok olmakta ve onların yerine çok farklı formlar ortaya çıkmaktadır.
Dahası, çoğu hayvan grubu fosil kayıtlarında, tamamen şekillenmiş biçimde,
aniden ortaya çıkmaktadırlar ve onların ataları
sayılabilecek bir gruptan yana keşfedilmiş hiçbir ara form fosili
bulunamamaktadır.23
Yeni bulgular, durumu Darwinizm lehine
değiştirmemekte, aksine daha da kötüleştirmektedir. Oxford Üniversitesi
Zoolojik Kolleksiyonlar Yöneticisi Tom Kemp, Fossils and Evolution
(Fosiller ve Evrim) isimli 1999 basımı kitabında bu durumu şöyle kabul eder:
Yeni canlı kategorileri hemen hemen tüm
durumlarda fosil tabakalarında belirleyici karakteristikleri zaten mevcut
olarak ve bilinen atasal grupları olmaksızın çıkar.24
Böylece, bir zamanlar Darwin'in teorisi
lehinde bir kanıt gibi algılanan fosil kayıtları, teorinin aleyhinde bir kanıt
haline gelmiştir. Princeton Üniversitesi'nden matematikçi ve evrim karşıtı
David Berlinski, durumu şöyle özetler:
Fosil mezarlığı boşluklarla doludur. Hiçbir
paleontolog da bunu reddetmemektedir. Bu açık bir gerçektir. Darwin'in teorisi
ile fosil kayıtları çelişkilidir.25
Bu çelişkinin en çarpıcı örneklerinden
biri ise, Darwinist "hayat ağacı"nın çöküşüdür.
Bir Zamanlar "Evrim
Ağacı" Var Sanılıyordu
Darwinizm'in fosil kayıtlarından aldığı en
yıkıcı darbe, Kambriyen Devre ait fosillerin ortaya koyduğu tablodur.
Darwin, yeryüzündeki yaşamın tarihinin ilk
başta tek bir kökten çıkan, sonra giderek yavaş yavaş dallara ayrılan bir ağaç
olarak şematize edilebileceğini düşünmüştü. Türlerin Kökeni'nde de bu
görüşü yansıtan bir şema yer alıyordu. Bu şemayla birlikte insanların zihnine
yerleşen "evrim ağacı" kavramı zamanla Darwinizm'in en önemli
efsanelerinden biri haline geldi. Binlerce ders kitabı, bilimsel kitap, dergi
veya gazete, "evrim ağacı"nın farklı versiyonlarını yayınladı.
Canlıların ortak bir kökenden küçük rastlantısal değişimlerle türedikleri
fikri, "evrim ağacı" şemaları ile insanlara empoze edildi.
Oysa gerçekler çok farklıydı.
Bunun anlaşılması, en açık olarak
"Kambriyen Patlaması"nın keşfedilmesiyle oldu.
Bu keşfin hikayesini öğrenmek için 20.
yüzyılın başlarına, 1909 yılına gitmek gerekir. O yıl Charles D. Walcott adlı
bir paleontolog, Kanada'nın Rocky Mountains (Kayalık Dağlar) bölgesinde
araştırma yapmaya girişmişti. Walcott, Burgess Pass denen bölgede son derece
iyi korunmuş kaya katmanlarına (İngilizce terimle "shale") rastladı.
Burgess Yatağı'nda (Burgess Shale) çok sayıda fosil bulunduğunu ve bunların
Kambriyen Devre ait olduğunu fark etmekte gecikmedi. Bundan sonraki 4 yıl
boyunca Burgess Shale bölgesinden 60 ila 80 bin fosili özenle topladı ve
yaptığı bu detaylı çalışmayı en ince ayrıntılarına kadar defterlerine not etti.
Walcott'un
topladığı fosillerin çok şaşırtıcı bir özelliği vardı: Karşısında, bugün yaşayan
tüm filumlara ait canlıların kalıntıları duruyordu. (Filum, hayvanlar aleminde
canlıları sınıflandırmak için kullanılan en büyük
kategoridir. Hayvanlar 50'nin üzerine filuma ayrılırlar ve bu filumların
hepsinin kendine has vücut planları vardır. En çok bilinen filumlar arasında;
omurgalıları da içeren kordata, tüm böcekleri içeren artropoda, tüm kabuklu
yumuşak hayvanları içeren molluska sayılabilir.)
Walcott topladığı fosillerin hangi
filumlara ait olduğuna baktığında çok şaşırdı. Çünkü bulduğu fosil tabakası çok
eskiydi ve bundan daha eski tabakalarda kayda değer bir yaşama rastlanmamıştı;
ama bu tabakada bilinen filumların neredeyse tamamına ait canlılar vardı.
Dahası hiç bilinmeyen filumlara ait fosiller de bulmuştu. Bu, hayvanlar
alemindeki tüm vücut özelliklerinin aynı jeolojik devirde, birarada ortaya
çıktıklarını gösteriyordu.
Bu ise Darwin'in teorisi için yıkıcı bir
darbe oluşturuyordu. Çünkü Darwin canlıların yavaş yavaş dallanan bir ağacın
kolları gibi geliştiğini ileri sürmüştü. Darwin'in kurguladığı evrim ağacına
göre, yeryüzünde ilk başta tek bir filum olmalı, sonra uzun zaman dilimleri
içinde farklı filumlar yavaş yavaş ortaya çıkmalıydı. Oysa Walcott, tüm
filumların aynı anda ve aniden ortaya çıktıklarını gösteren kanıtlarla
yüzyüzeydi. Bu, "evrim ağacı"nın tepetaklak olması anlamına
geliyordu.
Ancak teoriye yönelik bu büyük darbenin
açığa çıkması için 70 yıl beklemek gerekecekti.
Çünkü Walcott, 4 yıl boyunca büyük bir
titizlikle yürüttüğü çalışmanın sonucunda, elde ettiği fosilleri bilim
dünyasına açmak yerine, gizlemeye karar verdi. Walcott Washington D.C.'deki
ünlü Smithsonian Müzesi'nin müdürüydü ve koyu bir Darwinistti. Elde ettiği
fosillerin evrim teorisine büyük bir sorun oluşturacağını düşündüğü için,
bunları açıklamak yerine, müzenin arşivlerine kaldırdı. Burgess Shale
fosillerinin gün ışığına çıkması, ancak 1985 yılında, müzenin arşivlerinin
yeniden incelenmesi sayesinde oldu. İsrailli bilim adamı Gerald Schroeder bu
konuda şu yorumu yapar:
Eğer Walcott isteseydi, fosiller üzerinde
çalışmak üzere bir ordu dolusu öğrenciyi görevlendirebilirdi. Ama evrim
gemisini batırmamayı tercih etti. Bugün Kambriyen Devri fosilleri Çin'de,
Afrika'da, İngiliz Adaları'nda, İsveç'te ayrıca Grönland'da da bulunmuş
durumdadır. (Kambriyen Devrindeki) Patlama, dünya çapında yaşanmış bir olaydır.
Ama bu olağanüstü patlamanın doğasını tartışmak mümkün olmadan önce, bilgi
gizlenmiştir.26
70 yılı aşkın bir süre boyunca Smitsonian
Müzesi'nde kapalı kapılar ardında duran fosilleri bulan ve yeniden analiz eden,
paleontologlar Harry Whittington, Derek Briggs ve Simon Conway Morris'ti. Bu
bilim adamları, Walcott'un bulduğu fosillerin en eski jeolojik devirlerden biri
olan Kambriyen Devrine ait olduğunu belirlediler. Bu devirde bu kadar farklı
canlıların bir anda ortaya çıkışına da "Kambriyen Patlaması" adını
verdiler.
1980'ler,
Schroeder'in de belirttiği gibi, aynı zamanda Burgess
Shale'e benzeyen iki yeni fosil bölgesinin daha keşfedildiği bir dönem oldu:
Kuzey Grönland'da Sirius Passet ve Güney Çin'de Chengjiang. Tüm bu bölgelerde
Kambriyen döneminde ortaya çıkan çok farklı canlıların fosilleri bulundu.
Chengjiang fosilleri bunların arasında en eskileri ve en iyi korunmuşlarıydı ve
ilk omurgalıları da içeriyordu.
1999 yılında bulunan 530 milyon yıllık iki
balık fosili ise, Kambriyen'de omurgalılar dahil tüm vücut yapılarının var
olduğunu kanıtlayacaktı. Araştırmalar Kambriyen Patlaması'nın jeolojik olarak
çok kısa bir dönemi ifade eden 10 milyon yıllık bir süre içinde gerçekleştiğini
ortaya koydu. Ve bu süre içinde aniden ortaya çıkan canlıların hepsinde, daha
önceleri var olan tek hücreli canlılarda ve birkaç çok hücreli canlıda hiç
görülmeyen, son derece kompleks organlar ve sistemler olduğu belirlendi.
Stephen J. Gould Kambriyen patlamasını şu şekilde tarif eder:
Böyle bir patlamanın en ünlüsü, Kambriyen
patlaması, modern çok hücreli yaşamının başlangıcına damgasını vurmaktadır.
Birkaç milyon yıl içinde, neredeyse tüm hayvan anatomilerinin her temel çeşidi
ilk defa olarak fosil kayıtlarında ortaya çıkmıştır.27
Evrimciler Kambriyen Patlaması'na karşı
çeşitli açıklamalar yapmaya çalışmaktadırlar, ama bunların hiçbiri ikna edici
değildir. Ara Geçiş Açmazı adlı kitabımızda da açıkladığımız gibi,
Kambriyen sorunu karşısında öne sürülen evrimci tezlerin hepsi çürüktür ve bunu
evrimcilerin kendi içlerindeki tartışmalar da açığa çıkarmaktadır.
Ünlü bilim dergisi Trends in Genetics
(TIG), Şubat 1999 tarihli sayısında Burgess Shale'deki fosil bulgularının evrim
teorisine göre bir türlü açıklanamadığını ve "ileri sürülen tezlerin ikna
edici olmadığını" şöyle anlatır:
Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu
fosillerin, evrim biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili hararetli tartışmanın
tam merkezinde yer alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu tartışmalara
neden olan şey, Kambriyen Devrinde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında
şaşırtıcı bir bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik
tarihlendirmelerin daha kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil
bulguları ise, sadece bu biyolojik devrimin aniliğini ve alanını keskinleştirmiştir.
Yeryüzünün yaşam potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir açıklama
gerektirmektedir. Şu ana kadar birçok tez ileri sürülmüş olsa da, genel fikir
hiçbirinin ikna edici olmadığıdır.28
Amerikalı biyolog Jonathan Wells, Icons
of Evolution adlı kitabında durumu şöyle özetlemektedir:
Evrimin tüm ikonları içerisinde hayat ağacı
en yaygın olanıdır, çünkü ortak bir atadan türeme, Darwin'in teorisinin
temelidir... Ama Darwin biliyordu ki -ve bilim adamları da yakın zaman önce
kabul ettiler ki- erken zamanların fosil kayıtları evrim ağacını başaşağı
çevirmektedir. On yıl kadar önce, moleküler kanıtların bu ağacı kurtarması
umuluyordu, ama yeni bulgular bu umudu da yıkmıştır. Bunu ders kitaplarını
okuyarak öğrenemezsiniz belki, ama Darwin'in hayat ağacı bugün tepetaklak olmuş
durumdadır.29
İşte bu nedenle diyebiliriz ki;
Bir
zamanlar Darwinizm vardı. Bazıları, bu teorinin fosiller
tarafından desteklendiğini zannediyordu. Oysa fosil kayıtları bunun tam tersini
söylüyordu. Şimdi ise Darwinizm çökmüştür. Fosillerin, yeryüzünde yaşamın
evrimle değil, aniden ortaya çıktığını gösterdiği anlaşılmıştır.
Aniden ortaya çıkışın anlamı ise
"yaratılış"tır. Allah tüm canlıları eksiksiz bir şekilde, yoktan
yaratmıştır. Bu gerçeği bir ayette Rabbimiz şöyle bildirmektedir:
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin)
yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol"
der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Bir Zamanlar Kayıp Halka Aranıyordu
Bir önceki bölümde Darwinizm'in fosil
kayıtları tarafından nasıl dayanaksız bırakıldığını inceledik. Değinmediğimiz
önemli bir konu ise, insanın kökeniyle ilgili fosil kayıtlarıydı.
Darwin insanın kökeni konusunu Türlerin
Kökeni'nde değil, bundan 12 yıl sonra yayınladığı İnsanın Türeyişi
(The Descent of Man) adlı kitabında ele aldı. İnsanoğlunun sözde evrim
basamağının en üst basamağı olduğunu, bir önceki atasının ise günümüz
maymunlarına benzer primatlar olduğunu ileri sürdü.
Darwin'in bu iddiasını doğrulayacak
herhangi bir kanıtı yoktu. Tek yaptığı, hayvanlar aleminde fiziksel olarak
insana benzetebileceği en uygun canlı olan maymunlarla insanoğlu arasında bir akrabalık ilişkisi
hayal etmekten ibaretti. Kitabında ırkçı argümanlar da geliştiriyor ve dünya
üzerinde yaşayan bazı sözde "ilkel ırklar"ın evrime kanıt
oluşturduğunu iddia ediyordu. (Oysa günümüzdeki genetik incelemeler Darwin'in
ve o dönemdeki diğer evrimcilerin savundukları bu ırkçı görüşleri haksız
çıkarmıştır.)
Darwin
insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiğini ileri sürdüğüne göre, teorisine
inananlara bu hayali evrimi kanıtlayacak fosiller bulma görevi düşüyordu. 19.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren neredeyse tüm bir paleoantropoloji bilimi bu
amaca yöneltildi. Darwinizm'e inanan paleontologlar insanla maymun arasındaki
sözde "kayıp halka"yı bulmak için kazılara giriştiler.
Umdukları büyük bulgu, 1910 yılında
İngiltere'de ortaya çıktı. Bu, sonraki 43 yıl boyunca insanın evrimini
kanıtlayan çok önemli bir delil olarak dünyaya sunulacak olan "Piltdown
Adamı" kafatasıydı. Fosil, Charles Dawson adlı amatör bir paleontolog
tarafından ortaya çıkarılmıştı ve bu nedenle kendisine Eoanthropus dawsoni
adı verildi. Eoanthropus dawsoni garip bir fosildi: Kafatasının üst
kısmı tam bir insan yapısına sahipken, alt çenesi ve dişleri maymunsu
özellikler gösteriyordu. Buluş kısa sürede büyük ün kazandı. İngilizler,
İngiltere'de bulunan fosili kendi ırklarının atası olarak görüp büyük bir
gururla sahiplendiler. Kafatasının büyük oluşu, "İngiliz zekası"nın
çok önceleri evrimleştiğinin bir göstergesi olarak yorumlanıyordu. İlerleyen
yıllarda Eoanthropus dawsoni hakkında yüzlerce tez yazıldı ve fosilin
sergilendiği Londra British Museum'u gezen yüzbinlerce ziyaretçi, "insanın
evrimi" konusunda ikna edildi.
Oysaki
bilmedikleri bir şey vardı: Fosil, bir sahtekarlık ürünüydü. Kafatası üzerinde
1953 yılında yapılan incelemelerde Piltdown Adamı'nın insan ve orangutan
kemiklerinin birleştirilmesiyle üretilmiş sahte bir fosil olduğu ortaya çıktı.
Bir zamanların sözde en büyük evrim delili, kamuoyunun şaşkınlığı içinde, on yıllardır
büyük bir itinayla sergilendiği British Museum'dan çıkarıldı.
1920'lerde
Piltdown'dan daha küçük çaplı ama en az onun kadar vahim bir başka skandal daha
yaşandı. 1922 yılında ABD'nin Nebraska eyaletinde bulunan bir azı dişi fosiline
insan ve maymun arası bir form biçildi ve bu dişten yola çıkılarak hayali bir
"Nebraska Adamı" kurgulandı. Ancak 1927'de dişin ne insana ne de
maymuna ait olduğu ortaya çıktı. Diş, bir yaban domuzuna aitti.
Bu gibi fiyaskolara rağmen evrimciler
insanın kökeni konusunda fosil arayışını sürdürdüler. Zamanla, Australopithecus
adı verilen soyu tükenmiş maymunların insanın en eski atası olduğu görüşü
yaygınlaştı. Australopithecus'un sırasıyla Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus adı verilen türler tarafından izlendiği ve sonunda bu
çizginin Homo sapiens'e yani günümüz
insanına ulaştığı, bir evrim klişesi olarak yerleşti. Ders kitapları, bilim
dergileri, magazin dergileri, günlük gazeteler, filmler ve hatta reklam
filmleri bile, bu klişeyi ve onu temsil eden "giderek ayağa kalkan
maymunlar dizisi" resmini benimsediler ve hiç sorgulamadan on yıllarca
kullandılar.
Kısacası, 20. yüzyılın uzunca bir
bölümünde, insanın kökeninin evrim teorisine göre açıklandığı düşüncesi, yaygın
bir kabul gördü.
Oysa gerçekler çok daha farklıydı. Elde
edilen fosiller hiçbir evrim şemasına uymuyor, oturmuyordu. Daha fazla fosil
bulundukça da, sorun çözülmüyor, aksine daha karmaşıklaşıyordu. Sonunda bazı
otoriteler gerçeği itiraf etmeye başladılar. ABD'nin önde gelen paleontologları
arasında yer alan Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Niles Eldredge ve Ian
Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yaptılar:
Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif
meselesi olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok
hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale
gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur.30
Evrim
teorisinin en önde gelen isimlerinden biri olan Harvard Üniversitesi profesörü
Richard Lewontin'in 1995 tarihli bir makalesindeki sözleri de Darwinizm'in bu
konuda içine düştüğü umutsuz durumu ifade ediyordu:
Uzak geçmişi
düşündüğümüzde, gerçek Homo sapiens türünün öncesine uzandığımızda, dağınık ve
kopuk bir fosil kaydı ile karşılaşırız. Bazı paleontologlar tarafından ileri
sürülen heyecanlı ve iyimser iddialara rağmen, hiçbir hominid türü bizim direkt
atamız olarak kabul edilememektedir.31
Son yıllarda konunun uzmanı olan diğer pek
çok evrimci, aslında savundukları teori hakkında son derece kötümser
düşüncelere sahip olduklarını açıkladılar. Örneğin ünlü Nature
dergisinin bilim editörü Henry Gee, bu konuyla ilgili olarak şunları
söylüyordu:
Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi
şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve
insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve
bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir
bilimsel hipotez değil, ama geceyarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir
iddiadır-eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir.32
Klasik "insanın soy ağacı"
şablonu bugün ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Kanıtları önyargılardan
sıyrılarak inceleyen bilim adamları, evrimcilerin Australopithecus'tan Homo
sapiens'e doğru uzattıkları çizginin tamamen zorlama olduğunu, araya konan Homo
habilis ve Homo erectus gibi ayrı türlerin ise hayali olduklarını
belirtmektedirler. Evrimci paleoantropologlar Bernard Wood ve Mark Collard, 1999'da Science'da
yayınlanan makalelerinde, Homo habilis ve Homo rudolfensis
kategorilerinin hayali olduğunu ve bu kategorilere dahil edilen fosillerin
aslında Australopithecus genusuna transfer edilmesi gerektiğini
savunmuşlardır.33 Michigan Üniversitesi'nden Milford Wolpoff ve Canberra
Üniversitesi'nden Alan Thorne ise, Homo erectus'un hayali bir kategori
olduğu, bu sınıflamaya dahil edilen fosillerin aslında Homo sapiens'in
birer varyasyonu oldukları düşüncesindedirler.34
Bunun
anlamı şudur: Evrimcilerin insanın sözde evrimsel atası olarak öne sürdükleri
fosiller, ya soyu tükenmiş maymun cinslerine ya da farklı ırksal özelliklere
sahip insanlara aittir. Bunların hiçbiri yarı maymun yarı insan özelliği
gösteren canlılar değildir, ya maymun ya da insandırlar. Yani, insanın evrimsel bir kökeni yoktur.
Bu gerçeği gören kimi uzmanlara göre
"insanın evrimi" masalı, materyalist felsefeye inanan bir grup
insanın, doğa tarihini kendi dogmatik inançlarına göre yazma çabasından başka
bir şey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği'nin (British Association for
the Advancement of Science) bir toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi
John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır: "Acaba, aynen 'ilkel' efsaneler
gibi, insan evrimi teorileri de kendilerini yaratanların değer sistemlerini,
onların kendileri ve toplumları hakkındaki inanışlarını geçmişe yansıtarak,
güçlendiriyor olabilir mi?"35 Durant daha sonraki
bir yazısında ise şöyle demektedir:
İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek
bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği
kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya
çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki
atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır.... Bilimin
bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır.36
Kısacası,
insanın kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin
önyargılarını ve felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev
görmemektedir. Bu gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi
antropoloğu Geoffrey Clark'tır. Clark, 1997'deki bir yazısında şöyle der:
Paleoantropolojinin sadece şekli
bilimseldir, içeriği değil… Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan
bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz
-bu hem politik hem de subjektif bir işlem-.37
Medya Propagandasının İçyüzü
Görüldüğü gibi insanın evrimi iddiası,
bizzat bu iddianın şekillenmesinde rol oynayan kimseler tarafından dayanaksız
bulunmaktadır. İddia bilime değil, teoriyi şekillendirenlerin inanç ve
önyargılarına dayalıdır. Ama ilginç olan nokta, paleoantropoloji dünyasındaki bu "itiraf"ların
hiçbir zaman medyaya yansımamasıdır. Aksine Darwinizm'i savunan bir kısım
medya, evrim teorisinin içine düştüğü bu çıkmazı özenle gizler ve kitlelere hep
"evrim teorisinin her gün yeni bir kanıtı bulunduğu" aldatmacasını
söyler. Yale ve California Berkeley Üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora
yapmış Amerikalı bir biyolog Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth, Why Much of What
We Teach About Evolution is Wrong? (Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi, Evrim
Hakkında Öğrettiğimiz Pekçok Şey Neden Yanlış?) adlı 2000 yılı basımı kitabında
bu propaganda mekanizmasını şöyle özetler:
Toplumun
geneli, insanın kökeni hakkındaki derin belirsizliğe dair bilimsel uzmanların
yaptıkları açıklamalardan çok nadiren haberdar edilir. Bunun yerine, şu veya bu
kimsenin en son teorisi ile besleniriz ve bize bizzat paleantropologların bunun
üzerinde anlaşamadıkları gerçeği aktarılmaz. Ve tipik olarak, teori mağara
adamlarının veya "bol makyajlı" insan atalarının hayali resimleri ile
süslenir... Görünen odur ki, bilimin hiçbir alanında bu kadar çok kişi, bu
kadar az bir malzeme üzerine bu kadar fazla kurgu yapmamıştır.38
Peki evrimi savunan bir kısım medyanın
haberlerine manşet olan, "insanın evrimi artık kanıtlanmış bir
gerçektir" gibi asılsız iddialarla gazete ve televizyonlarda yer alan
bilim adamları kimlerdir? Bunlar, paleoantropolojiyi dayanaksız bulan bilim
adamlarından niçin farklı düşünmektedirler?
Evrimci Greg Kirby, Biyoloji Öğretmenleri
Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade
etmiştir:
Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak,
kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük
parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız.39
İşte bilimsel yönden bir dayanağı
bulunmadığı açıkça ortada olan insanın evrimi masalını ayakta tutan etkenlerden
birkaçı bunlardır. Ama her yeni bulunan fosil, insanın kökeni hakkındaki
evrimsel tezleri biraz daha çıkmaza sokmaktadır.
Kayıp Halkanın Yokluğunun
İtirafı
Evrimsel
tezlerin çıkmazının son örneği, 2002 yazında Orta Afrika ülkesi Çad'da bulunan
yeni bir kafatası fosili oldu. Fransız bilim adamı Michel Brunet tarafından
keşfedilen fosile Sahelanthropus tchadensis adı verildi.
Ve bu fosil, Darwinizm dünyasını birbirine
kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde,
"bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen
batırabilir" itirafında bulundu.40
Harvard Üniversitesi'nden Daniel
Lieberman, bu yeni bulgunun "küçük bir nükleer bomba kadar etkili
olacağı"nı söyledi.41
Bunun nedeni, bulunan söz konusu fosilin 7
milyon yıl yaşında olmasına rağmen, "insanın en eski atası" olduğu
iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus türü
maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) daha
"insansı" bir yapıya sahip olmasıydı. Bu durum, zaten tam bir karmaşa
durumunda olan "insanın evrimi" senaryosunu bir kez daha tutarsız
hale getiriyordu.
Washington'daki George Washington
Üniversitesi'nden evrimci antropolog Bernard Wood yeni bulunan fosil üzerine
önemli bir açıklama yaptı. Wood, tüm 20. yüzyıl boyunca kitlelere empoze edilen
"evrim merdiveni" hikayesinin artık geçerliliğinin kalmadığını,
evrimin bir "çalı"ya benzetilebileceğini söylüyordu:
Üniversiteye başladığım 1963 yılında,
insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları,
maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu
olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi
(karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir
ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı
hala tartışmalı."42
Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature
dergisinin editörü ve bir paleoantropolog olan Henry Gee'nin yaptığı yorumlar
da son derece önemlidir. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan
yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değinmekte ve şöyle yazmaktadır:
Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez
daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun
arasındaki) 'kayıp halka' düşüncesi saçmadır.... Şu an çok açık olarak
görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka
düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.43
Henry Gee, 1999 basımı In Search of
Deep Time (Zamanın Derinliğini Ararken) adlı önemli kitabında da, on
yıllardır medyada ve sözde bilimsel evrimci kaynaklarda anlatılan "insan
nasıl evrimleşti" hikayelerinin hiçbir bilimsel değerinin olmadığını şöyle
açıklar:
Mesela, insanın evriminin, vücudun duruşu,
beyin hacmi ile ateş, alet kullanımı gibi teknolojik başarılar ve lisanın
ortaya çıkmasını sağlayan el-göz
koordinasyonundaki gelişmelere bağlı olarak geliştiği söylenir. Ancak bu gibi
senaryolar subjektiftir. Deneylerle asla test edilemezler, öyleyse bilimsel
değildirler. Genelde kullanımda olmaları, bilimsel testlere değil, iddialara ve
sunuluşlarındaki otoriter yaklaşıma dayanırlar. Gazeteciler ve manşet
yazarlarının, atalarımızı bulma arayışları ve kayıp bağların keşfiyle ilgili
olarak dört bir yanda sürdürdüğü gevezeliği ele aldığımızda, birçok profesyonel
paleontoloğun, canlılığın tarihini senaryo ve hikayelere dayanarak
incelemediğini ve evrimsel tarihin hikaye anlatım şeklini, bilimdışı olması
yüzünden otuz seneden de fazla bir süre önce bıraktıklarını öğrenmek bir
sürpriz gibi gelebilir.44
Gee, fosil
kayıtlarının bir "evrim şeması" ortaya çıkarmadığını, elde sadece
"boşluk denizinde yüzüp duran" ilişkisiz fosiller olduğunu ise şöyle
vurgulamaktadır:
Yeni fosil bulguları, bu önceden var olan
hikayeye uydurulur. Sanki atalar-nesiller zinciri, bizim gerçekten düşünmemiz
gereken bir amaçmış gibi biz bu yeni bulgulara 'kayıp halkalar' deriz; aslında
gerçek farklıdır: bunlar insan önyargılarıyla uyumlu olmaları için
şekillendirilen, gerçeğin ardından oluşturulan, tamamen insan icadı olan
şeylerdir. Her fosil, bir başka fosille bilinebilir hiçbir bağı olmayan izole
bir noktayı temsil eder ve bunların tümü büyük bir boşluk denizinde yüzüp
durmaktadır.45
Bunlar çok
önemli itiraflardır. 150 yıldır dünyaya "nasıl var olduk" sorusunun
bilimsel cevabı gibi gösterilen evrim teorisinin aslında sadece belirli bir
"dünya görüşü"nün bilime empoze ettiği senaryo olduğunu ifade
etmektedirler. Gee, "fosilleri kendimizi ne olarak gördüğümüzü yansıtan
bir şekilde ayarlıyoruz. Doğruyu aramıyor, kendi önyargılarımıza uyması için,
onu gerçeğin ardından yaratıyoruz" derken, bunu ifade eder.
Sonuçta,
150 yıldır insanlara bilimsel bir gerçek gibi empoze edilen "insanın
evrimsel soy kütüğünü"nün tamamen "insan icadı" bir hikaye
olduğu, evrimciler tarafından da kabul edilme noktasına gelmiştir. California
Berkeley'den evrimci biyolog F. Clark Howell'ın, 1996'daki bir yazısında
belirttiği gibi; "insanın evrimine dair kapsamlı bir teori yoktur...
zaten hiçbir zaman gerçekten olmamıştır."46
Gazete manşetlerinin popüler teması olan
"kayıp halka"nın hep "kayıp" kalacağı, çünkü böyle bir şey
olmadığı, evrimciler tarafından açıklanmaktadır. Dolayısıyla, Darwinizm'in
diğer efsaneleri gibi insanın evrimi masalı da çıkmazdadır.
Bunun yerine, bir sonraki bölümde
göreceğimiz gibi, "insanı Allah'ın yarattığı"nı gösteren
"bilgi" gündeme gelmiştir.
Bir Zamanlar Biyolojik Bilgi Bilinmiyordu
Tüm zamanların en popüler sinema
yapımlarından biri olan The Matrix serisinin ikincisi olan The Matrix
Reloaded'ı izleyenler, filmdeki figüranların birer "yazılım"
(software) olarak gösterildiği sahneyi hatırlayacaklardır. Söz konusu sahne
aslında her cismin bir yazılım olduğu "Matriks" ortamında
geçmektedir. Bir kadına ilaç verilişi gösterilirken, hem kadının hem de ilacın
birer yazılım olduğunu DNA,seyircilere daha iyi açıklamak için, hem kadının
bedeni hem de ilaç, yeşil dijital rakam
ve harflerden oluşan bir silüet olarak gösterilmektedir. The Matrix Reloaded'ın
çeşitli sahnelerinde tekrarlanan bu animasyon, izleyicilere, gördükleri
insanların aslında sadece birer yazılım olduğunu kavratmak için kullanılan
etkili bir görsel anlatımdır.
The Matrix Reloaded'ı izleyen veya izlemeyen çoğu insanın farkında olmadığı gerçek ise,
gerçek dünyadaki bedenlerin de aslında bir anlamda birer "yazılım"
olduğudur.
Sizin bedeniniz de çok kompleks bir
yazılımdır. Eğer bu yazılımı kağıda dökmek isterseniz, büyükçe bir odanın
duvarlarını kaplayacak kadar büyük bir kütüphane kurmanız gerekir. Eğer bu
yazılımı, bildiğiniz başka yazılımlarla -örneğin bilgisayarınızın Windows veya
Mac OS gibi işletim sistemiyle veya farklı programlarıyla- karşılaştırırsanız,
sizdekinin kıyaslanamayacak kadar kompleks ve üstün olduğunu görürsünüz.
Dahası, bilgisayarınızın işletim sistemi sık sık kilitlenir, donar, yeniden
başlatılması gerekir, hatta bazen tüm bilgilerini yitirecek biçimde çöker. Oysa
bedeninizin yazılımına siz hayatta olduğunuz süre boyunca hiçbir şey olmaz. Bu
yazılımda hata olursa, bunu düzeltmekle görevli olan başka yazılımlar sorunu
giderir.
Peki nedir bedeninizdeki yazılım? The
Matrix Reloaded'daki gibi yeşil, dijital rakamlar ve harfler mi?
Sizdeki yazılım dijital harf ve rakamlarla
değil, moleküllerle yazılmıştır. Bu moleküller, vücudunuzu oluşturan
trilyonlarca hücrenin her birinin çekirdeğinde yer alan "DNA" isimli
dev molekül zincirinin parçalarıdır.
DNA, sizin bedeninizin bütün detaylarını
içeren bir bilgi bankasıdır. Bu dev molekül, "baz" adı verilen dört
farklı kimyasal maddenin art arda dizilmeleriyle oluşturulmuştur. Bu dört baz,
dört harfli bir alfabe gibi, vücutta üretilecek tüm organik moleküllerin
bilgisini saklar. Yani bu bazlar rastgele değil, belirli bir bilgiye göre
dizilmişlerdir. Bu bilgi kendi içinde cümlelere, paragraflara ayrılır. Bilim
adamları bu parçalara "gen" adını verirler. Her gen, vücudunuzdaki
farklı detayları -örneğin şeker yediğinizde bunu hücrelerin içine alacak olan
insülin hormonunun formülünü veya gözünüzdeki şeffaf kornea hücrelerinin
yapısını- tarif eder.
DNA'nın keşfi, bilim tarihindeki en önemli
buluşlardan biri olarak kabul edilir. Bu molekülün varlığı ve yapısı 1953
yılında Francis Crick ve James Watson adlı iki genç bilim adamı tarafından
belirlenmiştir. O zamandan bu yana geçen yarım yüzyılda ise, bilim dünyasının
önemli bir bölümü DNA'yı anlamaya, okumaya, çözümlemeye ve kullanmaya
çalışmaktadır. Bu büyük çabadaki en önemli adımlardan biri ise 90'lı yıllarda
başlayan ve 2001 yılında sonuçlanan "İnsan Genomu Projesi"dir. Bu
projeyi yürüten bilim adamları, "insan genomu"nu (yani insanın tüm
genlerinin toplamını) okuyarak bunun eksiksiz bir "dökümünü"
çıkarmışlardır.
İnsan Genomu Projesi'nin elbette başta tıp
ve genetik mühendisliği olmak üzere çeşitli alanlarda insanlığa büyük yararları
olabilecektir. Ama bir o kadar, hatta daha da önemli bir sonucu ise, DNA'nın
kökeni hakkında bize bir mesaj vermesidir. Bu mesaj, bizzat genomu
keşfedenlerden biri, yani projeyi yürüten Celera şirketinin görevlendirdiği
bilim adamlarından Gene Myers tarafından açıklanmıştır.
Myers, San Francisco Chronicle
gazetesinde "İnsan Genomu Haritası Bilim Adamları Yaratıcı'dan Söz
Ediyor" (Human Genome Map Has Scientists Talking About the Divine) başlığıyla
verilen haberde şu yorumu yapmıştır:
Moleküler düzeyde mükemmel bir biçimde
kompleksiz... Henüz kendimizi bile anlayamıyoruz ki, bu çok ilginç. Burada
metafizik bir element var... Beni asıl şaşırtan şey ise yaşamın mimarisi...
Sistem çok kompleks. Sanki dizayn edilmiş gibi... Burada (genomda) muazzam bir
akıl var.47
DNA'da yer alan bu bilgi, yaşamı
rastlantıların ürünü sayan Darwinizm'i çürütmektedir. Çünkü bu bilgi,
Darwinizm'in de temeli materyalist "indirgemeciliği" yıkmaktadır.
İndirgemeciliğin Sonu
Bilindiği gibi materyalist felsefe, var
olan herşeyin sadece madde olduğu iddiasındadır. Bu felsefeye göre, madde
sonsuzdan beri vardır, hep var olacaktır ve maddeden başka bir şey de yoktur.
Materyalistler, bu iddialarına destek sağlamak için, "indirgemecilik"
olarak adlandırılan bir mantık kullanırlar. İndirgemecilik, madde gibi
görünmeyen şeylerin de aslında maddesel etkenlerle açıklanabileceği
düşüncesidir.
Bunu açıklamak için zihin örneğini
verelim. Bilindiği gibi insanın zihni "elle tutulur, gözle görülür"
bir şey değildir. Dahası insan beyninde bir "zihin merkezi" de
yoktur. Bu durum bizi ister istemez, zihnin madde-ötesi bir kavram olduğu
sonucuna götürür. Yani "ben" dediğimiz, düşünen, seven, sinirlenen,
üzülen, zevk alan ya da acı çeken varlık, bir koltuk, bir masa ya da bir taş
gibi maddesel bir varlık değildir.
Materyalistler ise, zihnin "maddeye
indirgenebilir" olduğu iddiasındadır. Materyalist iddiaya göre, bizim
düşünmemiz, sevmemiz, üzülmemiz ve tüm diğer zihinsel faaliyetlerimiz, aslında
beynimizdeki atomlar arasında meydana gelen kimyasal reaksiyonlardan ibarettir.
Bir insanı sevmemiz, beynimizdeki bazı hücrelerdeki bir kimyasal reaksiyon, bir
olay karşısında korku duymamız bir başka kimyasal reaksiyondur. Materyalist
filozof Karl Vogt, bu mantığı "karaciğer nasıl öd sıvısı salgılıyorsa,
beyin de düşünce salgılar" şeklindeki sözüyle ifade etmiştir.48 Oysa elbette öd sıvısı bir maddedir, ama düşüncenin madde olduğunu
gösterecek hiçbir kanıt yoktur.
İndirgemecilik bir mantık yürütmedir. Ancak
bir mantık yürütme doğru temellere de dayanabilir, yanlış temellere de. Bunu
ayırt etmenin önemli yöntemlerinden biri, bilime başvurmaktır. Bu nedenle şunu
sormak gerekir: Materyalizmin temel mantığı olan "indirgemecilik",
bilimsel verilerle karşılaştırıldığında doğrulanabilir mi?
20. yüzyılda yapılan bütün bilimsel
araştırmalar, bütün deney sonuçları ve bütün gözlemler, bu soruya kesinlikle
"hayır" cevabı verilmesi gerektiğini göstermektedir.
Alman Federal Fizik ve Teknoloji
Enstitüsü'nün yöneticisi Prof. Dr. Werner Gitt, bu konuda şunları söyler:
"Bir kodlama sistemi, her zaman için
maddesel olmayan, zihinsel bir sürecin ürünüdür. Bir noktaya dikkat
edilmelidir; madde bir bilgi kodu üretemez. Bütün deneyimler, bilginin ortaya
çıkması için, özgür iradesini, yargısını ve yaratıcılığını kullanan bir aklın
var olması gerektiğini göstermektedir... Maddenin bilgi ortaya çıkarabilmesini
sağlayacak hiçbir bilinen doğa kanunu, fiziksel süreç ya da maddesel olay
yoktur... Bilginin madde içinde kendi kendine ortaya çıkmasını sağlayacak
hiçbir doğa kanunu ve fiziksel süreç yoktur."49
Werner Gitt'in sözleri, aynı zamanda, son
20-30 yıl içinde gelişen ve termodinamiğin bir parçası olarak kabul edilen
"Bilgi Teorisi"nin vardığı sonuçlardır. Bilgi teorisi, evrendeki
bilginin yapısını ve kökenini araştırır. Bilgi teorisyenlerinin uzun
araştırmaları sayesinde varılan sonuç ise şudur: "Bilgi, maddeden ayrı bir
şeydir. Maddeye asla indirgenemez. Bilginin ve maddenin kaynağı ayrı ayrı
araştırılmalıdır."
Az önce incelediğimiz DNA örneğinde olduğu
gibi... DNA'da, bu yapıyı inceleyen bilim adamlarının ifadesiyle "muazzam
bir bilgi" vardır. Bu bilgi maddeye indirgenemeyeceğine göre, madde-ötesi
bir kaynaktan geliyor olmalıdır.
Evrim teorisinin yaşayan en bilinen
savunucularından biri olan George C. Williams, çoğu materyalistin ve evrimcinin
görmek istemediği bu gerçeği kabul eder. Williams materyalizmi uzun yıllar boyu
katı bir biçimde savunmuştur, ama 1995 tarihli bir yazısında, herşeyin madde
olduğunu varsayan materyalist (indirgemeci) yaklaşımın yanlışlığını şöyle ifade
etmektedir:
Evrimci biyologlar, iki farklı alan üzerinde
çalışmakta olduklarını şimdiye kadar fark edemediler; bu iki alan madde ve
bilgidir... Bu iki alan, "indirgemecilik" olarak bildiğimiz formülle
asla biraraya getirilemezler... Genler, birer maddesel obje olmaktan çok, birer
bilgi paketçiğidir... Biyolojide genler, genotipler ve gen havuzları gibi
kavramlardan söz ettiğinizde, bilgi hakkında konuşmuş olursunuz, fiziksel
objeler hakkında değil... Bu durum, bilginin ve maddenin var oluşun iki farklı
alanı olduğunu göstermektedir ve bu iki farklı alanın kökeni de ayrı ayrı
araştırılmalıdır.50
İndirgemecilik, 18. ve 19. yüzyıldaki
ilkel bilim düzeyinin bir ürünüdür. Darwinizm'in de temeli olan bu aldanış,
yaşamın basit olduğu ve kökeninin rastlantılarla açıklanabileceği varsayımına
dayanmıştır. 20. yüzyıl biyolojisi ise, bunun tam aksini göstermektedir. Darwinizm'in günümüzdeki en önemli
eleştirmenlerinden biri olarak kabul edilen, Kaliforniya Berkeley Üniversitesi'nden
emekli profesör Phillip Johnson, Darwinizm'in canlılığın temeli olan
"bilgi"yi göz ardı edişini ve bunun nasıl bir yanılgıya yol açtığını
şöyle açıklar:
Darwin sonrası biyoloji, materyalist
dogmanın egemenliğine girdiği için, biyologlar organizmaların gerçekte
olduklarından çok daha basit olduklarını varsaydılar. (Onlara göre) yaşamın
kendisi sadece kimyadan ibaret olmalıydı. Gerekli kimyasalları yanyana getirin
ve yaşam oluşsun. DNA'da aynı şekilde yalnızca kimyanın bir ürünü olmalıydı.
New Mexico Doğa Tarihi Müzesi'ndeki bir sergi bunu şöyle ifade ediyordu:
"Volkanik gazlar + yıldırımlar = DNA = Yaşam." Bu hikaye hakkında
soru sorulduğunda ise, müze sorumlusu bunun basitleştirilmiş ama temelinde
doğru bir hikaye olduğunu ileri sürmüştü.51
Oysa bu ilkel ve yüzeysel varsayımlar
tümüyle boşa çıktı. Kitabın ilk bölümünde de incelediğimiz gibi, yaşamın en
temel ve en küçük formu sayılan hücrede bile, daha önceden hayal dahi
edilemeyen bir komplekslik ve dolayısıyla muazzam bir "bilgi" olduğu
anlaşıldı. Bilgiyi maddeye indirgeme çabasının -ki " Volkanik gazlar +
yıldırımlar = DNA = yaşam" formülü bunun bir ifadesiydi- ne kadar büyük
bir bilgisizlik olduğu kanıtlandı. Johnson, bilgiyi maddeye indirgemeye çalışan
söz konusu "indirgemeci" bilim adamlarının durumunu şöyle
açıklıyordu:
İndirgemeci biyologlar gerçekliğe
bakmıyorlar, sadece indirgemeci amaçların başarıya ulaşabileceği bir program
uyarınca hayata bakıyorlar. Bu, anahtarlarını çalılar arasında kaybeden ama
onları sokak lambası altında arayan, kendisine sorulduğunda da "çünkü
anahtarları görmek için orada ışık yok" cevabını veren bilinçsiz bir
insanın hikayesine benziyor.52
Ve bugün giderek daha fazla bilim adamı,
anahtarı yanlış yerde aramak yerine, doğru adrese gitmeyi tercih etmektedir.
Yaşamın ve yaşamı oluşturan muazzam bilginin kökenini, umutsuz ve sonuçsuz bir
çaba içinde, rastlantılarda ve doğa kanunlarında aramak yerine, açık olan
gerçeği kabul etmektedirler: Yaşam, üstün bir yaratılışın ürünüdür. Bilginin
hayatımızda çok büyük yer tuttuğu, bilgisayarların ve internetin, yaşamın bir
parçası haline geldiği 21. yüzyılda, bu gerçek eskisinden daha da açık olarak
ortaya çıkmıştır. Hayatı basit sanan, "biyolojik bilgi"nin varlığını
bile fark edemeyen Darwinizm ise, köhne bir 19. yüzyıl fikri olarak tarihe
gömülmeye mahkumdur.
Gerçek ise şudur: Dünya üzerindeki
canlılığı Allah yaratmış ve hiçbir eksiği olmayacak şekilde düzenlemiştir. Bu,
Allah'ın eşsiz yaratma sanatıdır. Allah, insan bedenini de kusursuzca yaratmış,
ardından ona Kendi ruhundan üflemiştir. İnsanın sahip olduğu tüm bilinçsel
özellikler, örneğin görme, işitme gibi duyular ve düşünme, hissetme, duygu gibi
kavramlar, -şuursuz atomların arasındaki etkileşimlerin değil- Allah'ın ona
verdiği "Ruh"un yetenekleridir. Kuran'da Allah'ın insana verdiği bu
yetenekler insana şöyle hatırlatılır:
De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size
kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk
Suresi, 23)
Her insan, Allah'ın kendisine verdiği ruhu
taşır ve her insan herşeyi yoktan var eden Rabbimiz'e karşı sorumludur. Allah,
Kuran'da, kendilerini başıboş zannedenlere yaratılışlarını ve ölümden sonra
tekrar dirileceklerini şöyle haber verir:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz'
bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi?
Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde
biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse
Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)
Bir Zamanlar Evrimin "Embriyolojik Kanıtı
Var"
Sanılıyordu
Charles Darwin insanın kökeni hakkındaki
teorisini ve buna dair bulduğunu sandığı kanıtları The Descent of Man (İnsanın
Türeyişi) aen popülerdlı kitabında açıkladı. Bu kitabın sayfalarında yer alan
tek resim ise, hemen birinci bölümde yer alan, biri insan diğeri ise köpek
embriyolarına ait iki çizimdi. "İnsanın Daha Aşağı Bir Formdan Gelişinin
Kanıtları" isimli bölümde, Darwin şöyle yazıyordu:
Embriyonik gelişim: İnsan 1 inçin 125'te
biri büyüklüğündeki bir ovülden gelişir ve bu ovül diğer hayvanlarınkinden
hiçbir farklılık taşımaz. Embriyo erken dönemlerinde omurgalıların diğer
üyelerinden çok zor ayrılabilir. Bu dönemde... (insan embriyosunun) boynunun
iki yanındaki yarıklar hala varlığını korur."53
Bunun ardından Darwin, insan embriyosunun
maymun veya köpek gibi omurgalı embriyolarına çok benzediğini, ancak gelişimin
(hamileliğin) ileri dönemlerinde farklılaşma olduğunu söylüyor, bunun gözlemlere dayandığını ileri
sürüyordu. Dostu Asa Gray'e yazdığı bir mektupta ise, embriyolojiyi, sözde
"teorisini destekleyen en önemli gerçeklerden biri" olarak
tanımlamıştı.54
Ancak Darwin bir embriyolog değildi.
Hiçbir zaman embriyoları mercek altına alıp kapsamlı bir biçimde incelememişti.
Dolayısıyla bu argümanını geliştirirken bu konuda otorite saydığı kişilerden
alıntı yaptı. Verdiği dipnotta özellikle bir isim dikkat çekiyordu: Natürliche
Schöpfungsgeschichte (Doğal Yaratılış Tarihi) adlı kitabında çeşitli
embriyo çizimleri vermiş ve bunlar üzerine yorumlar yapmış olan Alman biyolog
Ernst Haeckel.
Nitekim Haeckel gerçekten de kısa bir süre
sonra embriyolojinin evrimci yorumunun kurucusu ve asıl sahibi olarak tarihe
geçecekti.
Haeckel, Darwin'in 1859'da yayınlanan Türlerin
Kökeni adlı kitabını büyük bir heyecanla okumuş, benimsemiş ve Darwin'den
bile koyu bir evrimci olmuştu. Bu teoriye kendi adına "katkıda"
bulunmak için bir dizi araştırma yaptı ve kitap yazdı. 1868'de yazdığı Natürliche
Schöpfungsgeschichte (Doğal
Yaratılış Tarihi) adlı kitabında ise, ona asıl ününü kazandıracak olan
embriyoloji teorisini ortaya attı. Haeckel, bu kitapta, farklı hayvanların ve
insanın ovüllerinin ve embriyolarının gelişimin başlangıcında birbirleri ile
tamamen aynı olduklarını öne sürüyordu. Kitabın 242. sayfasına yerleştirdiği
insan, maymun ve köpek embriyosu resimleri de bunun kanıtıydı. Görünürde
birbirlerinin tamamen aynı olan bu resimler, Haeckel'e göre bu canlıların ortak
bir kökenden geldiklerini kanıtlıyordu.
Gerçekte ise söz konusu canlılar değil,
ama onların çizimleri ortak bir kökenden geliyordu: Haeckel, tek bir embriyo
çizimi yapmış, sonra da bunu çok küçük farklılıklara uğratarak insan, maymun ve
köpek embriyosu diye yanyana yerleştirmişti! Aynı resmi yanyana basınca, doğal
olarak "birbirinin aynı" duruyorlardı.55
İşte Darwin'in İnsanın Türeyişi
kitabında kaynak olarak gösterdiği "çalışma" buydu. Oysa daha Darwin
bu kitabı yazmadan önce, Haeckel'in "çalışma"sında çok önemli bir
çarpıtma olduğunu fark eden ve bunu açıklayanlar olmuştu. Haeckel'in kitabını
yayınladığı 1868 yılı içinde, Archiv für Anthropologie (Antropoloji
Arşivi) adlı Alman bilim dergisinde yayınlanan L. Rutimeyer imzalı bir
makalede, Haeckel'in sahtekarlık yaptığı gözler önüne serildi. Basel
Üniversitesi'nde zooloji ve karşılaştırmalı anatomi profesörü olan Rutimeyer,
Haeckel'in embriyo çizimlerinin yayınlandığı iki kitabı, Naturliche
Schöpfungsgeschichte (Doğal Yaratılış Tarihi) ve Über die Entstehung und
den Stammbaum des Menschengeschlechts'i (İnsan Cinsiyetinin Soyağacı ve
Oluşumu Hakkında) incelemiş, bunların her ikisindeki embriyo çizimlerinin de
gerçeklerden tamamen ilgisiz olduğunu göstermişti. Şöyle diyordu Rutimeyer:
Haeckel bu çalışmaların hem bilim adamı
olmayan kişiler tarafından kolayca anlaşılabileceğini, hem de bilimsel ve
akademik olduklarını ileri sürüyor. Yazarın ilk yorumuna kimse karşı
çıkmayacaktır, ama ikincisi pek ciddi bir biçimde savunulabilecek bir iddia değildir. Bunlar, Ortaçağ
formalitesi ile sarmalanmış işlerdir. Bilimsel kanıtların (yoktan) üretildiği
çok aşikardır. Ama yazar, okuyucuların bu gerçeği fark etmemesi için çok
dikkatli davranmıştır."56
Buna rağmen Darwin ve onu destekleyen
diğer biyologlar, Haeckel'in çizimlerini referans olarak kabul etmeye devam
ettiler. Bu da Haeckel'e motivasyon sağladı. Embriyolojiyi Darwinizm'e güçlü
bir dayanak haline getirmek için kolları sıvadı. Yaptığı gözlemler ortaya böyle
bir dayanak çıkarmıyordu, ama o gözlemlerden çok, çizimlere önem veriyordu.
İlerleyen yıllarda bir dizi karşılaştırmalı embriyo çizimi yaptı. Balık,
semender, kaplumbağa, tavuk, tavşan ve insan embriyolarını yanyana gösteren
şemalar hazırladı. Bu şemalarda dikkati çeken yön, bu farklı canlıların
embriyolarının ilk başta birbirlerine çok benzemeleri, gelişim süreci sırasında
yavaş yavaş farklılaşmalarıydı. Özellikle insan embriyosunun balık embriyosuna
benzerliği çok dikkat çekiciydi. Öyle ki, insan embriyosu çizimlerinde, aynı
balıktaki gibi "solungaç"lar bile görülüyordu, Haeckel, bu çizimlerin
verdiği sözde bilimsellik görüntüsü ile "teorisini" ilan etti:
Ontojeni, Filojeniyi Tekrar Eder (Bireyoluş, Soyoluşun Tekrarıdır). Bu sloganın
anlamı şuydu: Haeckel'e göre, her canlı yumurtasında veya annesinin rahminde
geçirdiği gelişim sırasında, kendi türünün "evrimsel tarihini" baştan
yaşıyordu. Örneğin insan embriyosu anne karnında ilk başta balığa benziyor,
ilerleyen haftalarda semender, sürüngen, memeli gibi aşamalardan geçtikten
sonra, insana "evrimleşiyor"du.
"Ontojeni, Filojeniyi Tekrar
Eder" sloganındaki "tekrar etme" (recaputilation) kavramından hareketle "Rekapütilasyon
Teorisi" olarak da bilinen bu hikaye, kısa sürede tüm zamanların en ünlü
sözde evrim "kanıt"larından biri haline geldi. Tüm bir 20. yüzyıl
boyunca, yüz milyonlarca öğrenci Haeckel'in
balık-semender-kaplumbağa-tavuk-tavşan-insan şemalarını ders kitaplarında gördü
ve "insan embriyosunda solungaçlar olduğu" hikayesiyle yetiştirildi.
Bugün de hala evrim teorisine inanan pek çok kişiye sorulduğunda, akıllarına
gelen birkaç "evrim kanıtı"ndan biri bu olacaktır.
Oysa tüm bu hikaye katıksız bir
sahtekarlıktan ibaretti.
Embriyolar gerçekte birbirlerine hiç
benzemiyorlardı. Haeckel yaptığı çizimlerde olabilecek her türlü tahrifatı
yapmıştı. Embriyolara hayali organlar eklemiş, bazılarından organları çıkarmış,
büyüklükleri çok farklı olan embriyoları aynı boyda gibi göstermişti.
Haeckel'in insan embriyosunda
"solungaç" diye gösterdiği yarıkların ise solungaçlarla hiçbir ilgisi
yoktu: Bunlar, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve
timüs bezlerinin başlangıçlarıydı. (Haeckel'in diğer benzetmelerinin de
aldatıcı olduğu anlaşıldı: Embriyonun "yumurta sarısı kesesi"ne
benzetilen kısmı, gerçekte bebek için kan üreten bir keseydi. Haeckel'in ve onu
izleyenlerin "kuyruk" olarak tanımladıkları kısım ise, insanın omurga
kemiğiydi ve sadece bacaklardan daha önce ortaya çıktığı için
"kuyruk" gibi gözüküyordu.)
Haeckel'in çizimlerde sahtekarlık yaptığı,
henüz 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ve o da bu konuda hayli açık bir
"itiraf"ta bulunmuştu. Ernst Haeckel şöyle söylüyordu:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra
kendimi ayıplanmış ve
kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda
yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü
biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde
ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan
bilgiler, az çok tahrif edilmiş, şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller
bulunuyor.57
Ancak buna rağmen Darwinist sistem bu
propaganda malzemesini çok beğendi ve kullanmaktan vazgeçmedi. Çizimlerin bir
bilim sahtekarlığı olduğu göz ardı edildi ve on yıllar boyunca ders kitapları
başta olmak üzere pek çok evrimci kaynak bu çizimleri bir gerçek gibi lanse
etti.
Haeckel'in çizimlerinin bir sahtekarlık
olduğu, ancak 90'lı yılların ikinci yarısında yüksek sesle dile getirilmeye
başlandı. Ünlü bilim dergisi Science, 5 Eylül 1997 tarihli sayısında,
Haeckel'in embriyo çizimlerinin bir sahtekarlık ürünü olduğunu açıklayan bir
makale yayınladı. "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden
Keşfedildi" başlıklı ve Elizabeth Pennisi imzalı yazıda şöyle
denmektedir:
Londra'daki St. George's Hospital Medical
School'dan embriyolog Michael Richardson, '(Haeckel'in çizimlerinin) verdiği
izlenim, yani embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış' diyor...
O ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını
yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yapmışlar.
Richardson, Anatomy and Embryology dergisine yazdığı makalede, 'embriyolar
çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar' diye not ediyor.58
Haeckel'in, embriyoları benzer
gösterebilmek için, bazı organları kasıtlı olarak çizimlerinden çıkardığını ya
da hayali organlar eklediğini bildiren Science dergisi, yazının
devamında şu bilgileri vermektedir:
"Richardson ve ekibinin bildirdiğine
göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda
farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için büyüklükleri ile oynamış,
bazen embriyoları gerçek boyutlarından on kat farklı göstermiş. Dahası Haeckel
farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir
türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve
ekibinin belirttiğine göre, gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık
türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok
büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson '(Haeckel'in çizimleri)
biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline geliyor' diyor. 59
Science'taki
makalede, Haeckel'in bu konudaki itiraflarının bu yüzyılın başından itibaren
her nasılsa, örtbas edildiğinden ve sahte çizimlerinin ders kitaplarında
bilimsel gerçek gibi okutulmaya başlanmasından da şöyle söz edilmektedir:
"Haeckel'in itirafları, çizimlerinin 1901'de "Darwin and After
Darwin" (Darwin ve Darwin Sonrası) isimli bir kitapta kullanılmasından
sonra ortadan kayboldu. Ve çizimler, İngilizce biyoloji ders kitaplarında geniş
çaplı olarak çoğaltıldı."60
New Scientist'teki 16 Ekim 1999 tarihli bir makalede Haeckel'in embriyoloji
masalının tamamen gerçek dışı olduğu şöyle anlatılıyordu:
Haeckel, teorisini "biyogenetik
yasa" olarak adlandırdı ve bu düşünce kısa zamanda
"rekapitülasyon" olarak popülerleşti. Gerçekte ise, Haeckel'in keskin
yasasının yanlış olduğu yakın bir zaman sonra gösterildi. Örneğin, erken
insan embriyosunun hiçbir zaman bir balık gibi solungaçları yoktur ve embriyo
hiçbir zaman erişkin bir sürüngene ya da maymuna benzer evrelerden geçmez.61
Böylece tüm zamanların en popüler sözde
"evrim kanıtı" sayılabilecek olan "rekapitülasyon" teorisi
çürümüş oldu.
Haeckel'in sahtekarlığı da böylece ortaya
çıkmış oldu. Ama Haeckel'inkine yakın bir diğer sahtekarlık, hala görmezden
gelinmeye devam ediliyordu.
Bu, Darwin'in sahtekarlığıydı. Darwin,
başta da belirttiğimiz gibi, Haeckel'in çizimlerini ve yorumlarını, devrin
diğer bilim adamlarının aykırı görüşlerini hiçe sayarak almış ve teorisini
desteklemek için kullanmıştı. Ancak Darwin'in dürüstlükten uzaklaştığı tek nokta bu değildi. Daha
da çarpıcı bir nokta, dönemin en ünlü embriyoloğu sayılabilecek olan Karl Enrst
von Baer'in görüşlerini tamamen çarpıtarak aktarmış olmasıydı. Jonathan
Wells'in Icons of Evolution adlı kitabında ayrıntılarıyla açıkladığı
gibi, Von Baer Darwin'in teorisine inanmıyordu ve buna şiddetle karşı çıkmıştı.
Embriyolojiye getirilen evrimci yorumlara da yine kesinlikle karşıydı;
"yüksek hayvanların embriyoları hiçbir zaman bir başka formun embriyosuna
benzemez, sadece kendi embriyosuna benzer" diye yazmıştı.62 Darwinistlerin ise "embriyoları
incelemeden önce zaten Darwinist evrim hipotezini kabul etmiş" dogmatikler
olduğunu belirtmişti.63
Ancak Darwin, Türlerin Kökeni'nin
üçüncü baskısından itibaren, Von Baer'in yorumlarını ve vardığı sonuçları
çarpıtarak kendi teorisi lehinde bir kanıt olarak kullandı. Jonathan Wells,
bunu şöyle açıklıyor:
Darwin von Baer'i kendi embriyolojik
kanıtlarının kaynağı olarak alıntıladı, ama en önemli noktada Darwin bu
kanıtları kendi teorisine uygun hale getirmek için çarpıttı. Von Baer kendi
yaptığı gözlemlerin Darwin tarafından haksız biçimde kullanılmasına karşı
çıkacak kadar uzun yaşadı ve 1876'daki ölümüne kadar Darwinist evrimin güçlü
eleştirmenlerinden biri oldu. Ama Darwin yine de onu kaynak göstermeyi
sürdürdü, onu (Baer'i) açıkça karşı çıktığı teorinin sanki bir destekçisiymiş
gibi gösterdi.64
Kısacası Darwin, döneminin ilkel
şartlarını, sadece yanlış ve önyargılı bilimsel çıkarımlar yapmak için değil,
iletişim eksikliğinden yararlanarak başka bilim adamlarının çalışmalarının sonuçlarını çarpıtmak için
de kullanmıştı.
Tüm bunların geç de olsa ortaya çıkması,
kuşkusuz Darwinizm'e önemli bir darbedir. Darwin, Haeckel'in sahtekarlığından
güç bulmuş ve embriyolojiyi, teorisini destekliyormuş gibi göstermişti.65 Pek çok insan da bu hikayeye kandı, cahillik ve yüzeysellik içinde,
bir zamanlar boğazında "solungaçlar" taşıdığını sanarak, evrime
inandı.
Ama bu, bir zamanlardı...
Artık embriyolojinin Darwinizm'e bir kanıt
sağlamadığı biliniyor. Ve artık embriyoloji alanında da aynı sloganı tekrar
etmek gerekiyor:
Bir
zamanlar Darwinizm vardı!...
Bir Zamanlar Hatalı Özellikler Hikayesi
Vardı
Richard Dawkins günümüz dünyasının en
bilinen evrimci biyologlarından biridir. Oxford Üniversitesi'nde zooloji
profesörü olan Dawkins'i ünlü yapan etken ise, zooloji alanındaki çalışmaları
değil, Darwinizm'i ve ateizmi savunmakta gösterdiği ısrarcılıktır.
Dawkins'in 1986'da The Blind Watchmaker
adlı bir kitabı yayınlandı. "Kör Saatçi" anlamına gelen bu başlık
altında, Dawkins, okurlarını, canlılardaki kompleks özelliklerin aslında
bilinçsiz doğal seleksiyon mekanizmasının bir ürünü olduğuna ikna etmeye çalışır. Bu ikna çabası çoğu yerde
spekülasyonlara, hatalı benzetmelere ve yanlış hesaplara dayalıdır ve bu da
şimdiye kadar çeşitli bilim adamları ve yazarlar tarafından detaylı biçimde
ortaya konmuştur.66
Dawkins'in iddialarından biri ise,
"canlılardaki hatalı özellikler" argümanıdır. Dawkins, canlılardaki
bazı yapıların verimsiz ve dolayısıyla hatalı özelliklere sahip olduğunu
savunmakta ve kusursuz bir yaratılışın
hakim olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu konuda verdiği en
belirgin örnek ise, insan dahil tüm omurgalı canlıların gözünde yer alan
"ters-çevrilmiş retina"dır.
Ters-çevrilmiş retina kavramı, omurgalı
gözünün retinasındaki "fotoreseptör" (ışık algılayıcı) hücrelerin,
gözün ön tarafına, yani ışığa doğru değil de gözün arka tarafına bakacak
şekilde yerleştirilmiş olmalarını ifade eder. Bu hücrelerin ışık algılayan
yüzeyleri arka tarafa bakmakta, bu hücrelerden çıkan sinirler ise, ışıkla
hücreler arasında bir katman oluşturmaktadır. Bu sinirler gözün belirli bir
noktasında toplanır ve oradaki bir kanaldan dışarı çıkarlar. Bu kanal üzerinde
fotoreseptör hücre olmadığı için de, bu noktada görüntü algılanmaz. "Kör
nokta", işte bu noktadır.
Darwinistler, bu "ters
çevrilmişlik" durumunu ve bunun oluşturduğu kör noktayı kendilerince
malzeme edinmişler, bunun bir hata olduğunu ileri sürmüşler, dolayısıyla
aslında gözün doğal seleksiyon vasıtasıyla ortaya çıktığını ve bu gibi
garipliklerin beklenmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Richard Dawkins, başta
da belirttiğimiz gibi, bu argümanı seslendiren en bilinen kişidir. Dawkins, The
Blindwatchmaker'da şöyle yazmıştır:
Her
mühendis, fotohücrelerin ışığa doğru yöneltilmesi, kablolarının da arkaya,
beyin tarafına doğru uzanması gerektiğini kabul edecektir. Fotohücrelerin
ışıktan uzağa doğru bakmaları ve kablolarının ışığa en yakın durumda olmalarını
gerektiren bir tasarımı yanlış bulacaktır. Ama tüm omurgalı gözlerinde tam
olarak bu yaşanmaktadır.67
Bu iddiaları ortaya atan Dawkins ve ona
inananlar yanılmışlardır. Yanılgının nedeni, Dawkins'in gözün anatomisi ve
fizyolojisi hakkındaki cehaletidir.
Bu konuyu detaylı biçimde gözler önüne
seren bilim adamı, Darwinizm'in günümüzdeki en önde gelen eleştirmenlerinden biri
olan, Otago Üniversitesi'nden moleküler biyoloji profesörü Michael Denton'dır.
Denton, Origins&Design dergisinde yayınlanan "The Inverted
Retina: Maladaptation or Pre-adaptation?" (Ters Çevrilmiş Retina: Hatalı
Adaptasyon mu, Önceden Belirlenmiş Bir Adaptasyon mu?) başlıklı bilimsel
makalesinde, Dawkins'in "hatalı özellik" olarak gösterdiği "ters
çevrilmiş retina"nın, aslında omurgalı gözü için olabilecek en verimli
şekilde yaratılmış olduğunu anlatır. Denton, bunu şöyle özetlemektedir:
Omurgalı retinasındaki fotoreseptör
hücrelerin çok yüksek enerji ihtiyaçlarını düşündüğümüzde, omurgalı gözünün
şaşırtıcı ters çevrilmiş tasarımının, teleolojiye yönelik bir meydan okuyuş
olmadığı, aksine yüksek omurgalıların çok aktif olan fotoreseptör hücrelerine
çok yüksek miktarlarda oksijen ve besin sağlayan çok özel bir çözüm olduğu ortaya çıkmaktadır.68
Profesör Denton'ın üzerinde durduğu,
Dawkins'in ise farkında bile olmadığı bu gerçeği anlamak için, öncelikle
retinadaki fotoreseptör hücrelerin ne denli yüksek bir enerji ve oksijen
ihtiyacı içinde olduklarını belirlemek gerekir. Söz konusu hücreler, biz
gözümüzü açık tutup ışık gördüğümüz sürece, her saniye, her salise, çok
kompleks kimyasal reaksiyonlara sahne olurlar. Işığın en küçük parçacıkları
olan fotonlar, bu hücreler tarafından algılanır. Bu algılama, fotonun
başlattığı oldukça detaylı bir kimyasal reaksiyon sayesinde olur ve her an
yeniden tekrarlanır. Bu işlem o kadar ayrıntılı ve hızlıdır ki, Denton'ın
ifadesiyle, "fotoreseptör tabaka, bilinen tüm dokular içinde en büyük
metabolik hızlara sahiptir."69
Kuşkusuz, retina hücreleri bu yüksek
metabolizmayı ayakta tutabilmek için çok yüksek miktarda enerjiye ihtiyaç
duyarlar. İnsan retinası hücrelerinin oksijen ihtiyacı, böbrek hücrelerinin
ihtiyacından %50 daha fazla, beyindeki serebral korteks katmanındaki hücrelerin
üç katı ve kalp kasını oluşturan hücrelerin ihtiyacının altı katıdır. Dahası bu
karşılaştırmalar tüm retina tabakası esas alınarak yapılmıştır; bu tabakanın
yarısından azını oluşturan fotoreseptör hücrelerin enerji ihtiyacı ise
tabakanın genelinden daha da yüksektir. G. L. Walls The Vertebrate Eye (Omurgalı
Gözü) adlı ansiklopedik kitabında, bu hücrelerin besin ve oksijene
"ihtiraslı" şekilde ihtiyaç duyduklarını yazar.70
Peki görmemizi sağlayan bu hücrelerin
olağanüstü derecede yüksek besin ve oksijen ihtiyacı nasıl karşılanmaktadır?
Elbette ki, tüm vücutta olduğu gibi, kan yoluyla...
Peki kan nereden gelmektedir?
İşte "ters çevrilmiş retina"nın
neden çok mükemmel bir yaratılış gerçeği olduğu, bu noktada ortaya çıkar. Gözün
retina tabakasının hemen arkasında, bu tabakayı adeta bir ağ gibi saran, çok
özel bir damar dokusu vardır. Denton, bu konuda şunları yazmaktadır:
Fotoreseptörlerin abartılı metabolik
açlığını giderecek oksijen ve besinler, "choriocapillaris" denen çok
özel bir kılcal damar yatağı tarafından sağlanmaktadır. Bu, geniş ve
düzleştirilmiş kılcal damarların birleşerek oluşturduğu ve hemen
fotoreseptörlerin arkasına yerleştirilmiş zengin bir damar tabakasıdır. Bu
tabaka ile fotoreseptörler arasında sadece hücre duvarları ve bir de
"Bruch zarı" denen özel bir zar vardır; ki bunlar sadece fotoreseptör
hücrelerin ihtiyaç duydukları metabolitlerin ve besinlerin geçmesine izin veren
son derece seçici bir sınır oluştururlar. Buradaki kılcal damarların çapı 18-50
mikron arasında değişir ki, bu da standart damarlardan çok daha geniş bir
boyuttur. Bu özgün damar kanalları ağı, fotoreseptör tabakasını bol miktarda
kanla beslemek için adapte edilmiş olduğunu gösteren bütün işaretleri
taşımaktadır.71
Prof. James T. McIlwain, An Introduction
to the Biology of Vision (Görmenin Biyolojisine Giriş) adlı kitabında,
"fotoreseptörlerin büyük metalobik ihtiyaçları nedeniyle" gözde
"koroidi kana 'boğma' yönünde bir strateji olduğunu, böylece gerekli
enerji arzında hiçbir sorun olmamasının sağlandığını" yazar.72
İşte fotoreseptör hücreler bu nedenle
"ters çevrilmiş" durumdadırlar. Ortada bir "strateji"
vardır. Retinanın ters çevrilmiş yapısı, Dawkins'in sandığı gibi bir
"hata" değil, belirli bir amaca yönelik bir yaratılış delilidir.
Denton, ilgili makalesinde retinanın başka
türlü olmasının mümkün olup olmadığını da incelemektedir. Vardığı sonuç ise
bunun mümkün olmadığıdır. Retinanın Dawkins'in kendince önerdiği gibi
"düz" olması, yani fotoreseptör hücrelerin ışığa doğru bakması
durumunda, bu hücreler onları beslemekte görevli olan damar tabakasından
uzaklaşacaklar ve ihtiyaç duydukları besin ve oksijenden büyük ölçüde mahrum
kalacaklardır. Damarların retina tabakasının içine uzatılması da bir
"çözüm" değildir, çünkü bu pek çok kör nokta oluşturarak gözün görme
yeteneğini büyük ölçüde azaltacaktır.
Denton şu yorumu yapar:
Omurgalı retinasının tasarımı ne kadar
derinlemesine incelenirse, sahip olduğu her özelliğin gerekli olduğu o kadar
ortaya çıkmaktadır. Olabilecek en yüksek çözünürlüklü görüşe ve en yüksek
muhtemel hassasiyete sahip olacak bir gözü ilk baştan tasarlamaya kalkarsak,
omurgalı gözünü aynen baştan inşa etmek durumunda kalırız- ters çevrilmiş
retinasıyla birlikte... 73
Kısacası Dawkins'in ve diğer evrimcilerin
"gözdeki hata" argümanı, cehaletten kaynaklanan bir argümandır.
Canlılığın detaylarının daha yüksek bilgiyle -ve bilinçle- incelenmesi
sonucunda da çürümüştür. Aslında Darwinizm'in tarihinde daha pek çok
"cehaletten kaynaklanan argüman" vardır. Tüm "körelmiş
organlar" hikayesi böyledir.
Körelmiş Organlar
Hikayesi
Apendiksin
veya kuyruk sokumunun birer "körelmiş organ" olduğu, bunların daha
önceki hayali "evrimsel atalarda" önemli işlevler üstlenmelerine
rağmen, zaman içinde fonksiyonlarını yitirdikleri şeklinde bir hikaye duydunuz
mu?
Muhtemelen duymuşsunuzdur. Pek çok insan
da duymuştur. Çünkü söz konusu "körelmiş organlar" hikayesi,
Darwin'den bu yana evrimcilerin en çok rağbet ettikleri propaganda
malzemesidir.
Hikaye, Darwin'le başlamıştı. Darwin, Türlerin
Kökeni'nde "fonksiyonlarını yitirmiş ve fonksiyonları azalmış"
organlardan söz etmişti. "Rudimentary" (ilkel) kelimesiyle
tanımladığı bu organları bir kelimenin içinde yazılan, ama okunmadığı için
etkisi olmayan harflere benzetmişti.74
Ama bu Darwinizm'in diğer iddiaları gibi,
o dönemin ilkel bilim düzeyinden güç bulan bir hurafeydi. Bilim ilerledikçe,
Darwin'in ve onu izleyenlerin "körelmiş" saydıkları bu organların
gerçekte önemli fonksiyonlara sahip oldukları yavaş yavaş ortaya çıktı. "Fonksiyonsuz"
denen organlar, aslında "fonksiyonu henüz tespit edilememiş"
organlardı. Fonksiyonları tespit edildikçe, evrimciler tarafından sayılan uzun
"körelmiş organlar" listesi de giderek küçüldü. Alman anatomist R.
Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan
organları" listesi, apendiks, kuyruk sokumu kemiği gibi yaklaşık 100
organı içeriyordu. (Apendiks (ya da apandis), toplumda 'apandisit'
olarak bilinen organdır. Yanlış kullanım sonucu dilimizde bu organı tanımlamak
için kullanılan 'apandisit' gerçekte bu organın enfeksiyona uğramasına verilen
addır.)75 Bilim ilerledikçe,
Wiedersheim'ın listesindeki organların hepsinin vücutta çok önemli işlevlere
sahip oldukları ortaya çıktı. Örneğin "körelmiş organ" sayılan
apendiksin, gerçekte vücuda giren mikroplara karşı mücadele eden lenf
sisteminin bir parçası olduğu belirlendi. Bu gerçek, "Examples of Bad
Design Gone Bad" (Kötü Tasarım Örnekleri Kötü Çıktı) başlıklı bir
makalede, çeşitli temel anatomi kaynaklarına referans verilerek şöyle
açıklanıyor:
Apendiksin mikroskobik düzeyde incelenmesi,
bunun oldukça önemli oranda lenf dokusu içerdiğini göstermektedir. Benzer lenf
dokusu birikimleri (ki bunlara GALT, yani sindirim sistemiyle ilişkili lenf
dokuları denir) bağırsak sisteminin diğer alanlarında da görülür. Bunlar,
vücudun yutulan maddelerdeki yabancı antijenleri tanıma yeteneğiyle
ilgilidirler. Benim kendi araştırmam, özellikle, bağırsağın bağışıklık
fonksiyonları üzerine yoğunlaşmıştır.
Tavşanlarda yapılan deneyler yeni doğan
bireylerde apendiksin ameliyat edilmesinin mukozal bağışıklık gelişimine zarar
verdiğini göstermiştir. Tavşan apandiksi üzerine yapılan morfolojik ve
fonksiyonel çalışmalar ise, apandiksin, memelilerdeki hava keseciklerine denk
olduğunu göstermektedir. Bu kesecikler, kuşlardaki sıvısal bağışıklığın
gelişiminde kritik bir rol oynamaktadır.
Tavşan ve insan apandiksinin mikroskobik ve
mikrobağışıksal benzerlikleri,
insandaki apandiksin tavşandakine benzer bir görevi olduğunu göstermektedir.
İnsan apandiksi özellikle yaşamın erken dönemlerinde çok önemlidir, çünkü
doğumdan kısa bir süre sonra büyük gelişim geçirmekte, sonra yaş ilerledikçe
gerilemektedir, ta ki sindirim sistemi organlarına, ince bağırsaktaki peyer
plakları gibi diğer bazı kısımlarına benzeyene kadar. Bu yeni çalışmalar, insan
apandiksinin, bir zamanlar iddia edildiği gibi zamanla küçülmüş ve faydasını
kaybetmiş bir organ olmadığını göstermektedir.76
Kısacası tüm zamanların en ünlü
"körelmiş organı" olarak öne sürülen apendiksin körelmiş sanılmasının
nedeni, Darwin ve taraftarlarının dönemin ilkel bilim düzeyine dayanan
dogmatizmleriydi. Dönemin ilkel mikroskopları altında apendiksin lenf dokusu
gözükmüyordu; onlar da yapısını anlayamadıkları dokuyu kendi teorileri
gereğince "fonksiyonsuz" saymışlar ve körelmiş organlar listesine
dahil etmişlerdi. Darwinizm, bir kez daha, 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyinden
güç bulmuştu.
Bu durum sadece apendiks için değil, tüm
diğer sözde körelmiş organlar için geçerliydi. Wiedersheim'ın "körelmiş
organlar" listesinde yer alan bademciklerin de ilerleyen yıllarda boğazı,
özellikle erişkin yaşlara kadar, enfeksiyonlara karşı korumada önemli rol
oynadığı keşfedildi. Omuriliğin sonunu oluşturan kuyruk sokumunun ise, leğen
kemiğinin çevresindeki kemiklere destek sağladığı, bu nedenle, kuyruk sokumu
kemiği olmadan rahatça oturabilmenin mümkün olmadığı anlaşıldı. Ayrıca bu
kemiğin pelvis bölgesindeki organların ve buradaki çeşitli kasların da tutunma
noktası olduğu belirlendi.
İlerleyen yıllarda yine "körelmiş
organlar"dan sayılan timüs bezinin T hücrelerini harekete geçirerek
vücudun savunma sistemini aktif hale getirdiği; pineal bezin, lüteinik hormonu baskılayan
melatonin gibi önemli hormonların üretilmesinden sorumlu olduğu keşfedildi.
Tiroid bezinin bebeklerde ve çocuklarda dengeli bir vücut gelişimini sağladığı
ve metabolizma ve vücut aktivitesinin düzenlenmesinde rol oynadığı saptandı.
Pitüiter bezin de tiroid, böbrek üstü, üreme bezleri gibi birçok hormon bezinin
doğru çalışmasını ve iskelet gelişimini kontrol ettiği ortaya çıktı.
Darwin tarafından "körelmiş
organ" olarak nitelendirilen gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının ise
gözün temizlenmesi ve nemlendirilmesi işine yaradığı anlaşıldı.
Günümüzde, geçtiğimiz on yıllar içinde
ileri sürülen "körelmiş organlar"ın hepsinin aslında belirli
fonksiyonlar üstlendiği tespit edilmiş durumdadır. Dr. Jerry Bergman ve Dr.
George Howe tarafından kaleme alınan 'Vestigial Organs' Are Fully Functional
('Körelmiş Organlar' Tümüyle Fonksiyonel) adlı çalışmada, bu gerçek
detaylarıyla ortaya konmaktadır.
Nitekim pek çok evrimci de "körelmiş
organlar" hikayesinin cehaletten kaynaklanan bir argüman olduğunu kabul
etmiş durumdadır. Evrimci biyolog S. R. Scadding Evolutionary Theory
(Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil
Oluşturur mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle ifade eder:
(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça,
körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu
tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir
özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi
lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.77
Evrimcilerin bu sonuca varmaları bir buçuk asır kadar uzun bir zaman
sürmüş olsa da, sonuçta Darwinizm'in bir hurafesi daha tarihe karışmıştır.
Panda'nın Baş Parmağı
Bu bölümün başında Richard Dawkins'in
"gözdeki hatalı özellik" iddiasının geçersizliğini incelemiştik. Aynı
fikirlere sahip bir diğer evrimci ise Stephen Jay Gould'dur. Harvard
Üniversitesi paleontoloğu olan Gould, 2002 yılındaki ölümüne kadar, ABD'nin en
önde gelen evrimcilerinden biri olmuştur.
Ve Gould'un da aynı Dawkins'in retina
örneği gibi, bir "hatalı özellik" iddiası vardır: Pandanın baş
parmağı.
Pandanın
elinde, insan elinde olduğu gibi, dört parmaktan ayrı duran ve böylece
cisimleri tutmayı kolaylaştıran ayrı bir baş parmak yoktur. Hayvanın beş
parmağı da yanyana uzanır. Ama bu beş paralel parmağının dışında, bileğinden
çıkan "radyal susamsı kemik" (radial sesamoid bone) olarak isimlendirilen
bir kemik çıkıntısı daha bulunmaktadır. Bunu kimi zaman bir parmak gibi
kullandığı için, biyologlar buna "pandanın baş parmağı" adını
vermişlerdir.
Gould'un iddiası ise, pandanın elinin bu
yapısıyla verimsiz olduğudur. Bu iddiayı o kadar önemsemiştir ki, iddia 1980
yılında yayınlanan kitabının ismini oluşturmuştur: The Panda's Thumb (Pandanın
Baş Parmağı)
Oysa Gould'un "hatalı özellik"
iddiası da, Dawkins'inki gibi yanlıştır.
Gould'un hatası, pandanın baş parmağını,
insan eli gibi düşünmesi ve fonksiyonelliğini insan eliyle kıyaslamasıdır. Paul
Nelson, bu konuda şu yorumu yapar:
Pandanın baş parmağı bazı işler için
-örneğin klavye kullanmak gibi- optimal (ideal) olmasa da, kendi üstlendiği
işlev için, yani bambu soymak için son derece uygun gözükmektedir.78
The Giant Pandas of Wolong (Wolong'un Dev Pandaları) adlı bilimsel inceleme kitabının
yazarları ise, şu yorumu yaparlar:
Panda, birinci parmağının çıktığı tüysüz
yüzeyi ile sahte baş parmağını aynen bir maşa gibi kullanarak, bambu
kamışlarını büyük bir hassasiyetle tutabilmektedir... Pandanın yaprak yemesini
izlerken... tutma kabiliyeti karşısında hepimiz etkilendik. Önayaklar ve ağız
büyük bir uyum içinde çalışmakta ve ona büyük bir hareket ekonomisi
kazandırmaktadır.79
1999 yılında Nature dergisinde yayınlanan
bir inceleme, pandanın baş parmağının hayvanın doğal ortamı açısından son
derece verimli olduğunu göstermiştir. Dört Japon araştırmacının ortak
yürüttükleri çalışma, "kompüterize tomografi" ve "manyetik
rezonans resimlendirmesi" teknikleri ile yürütülmüş ve sonuçta pandanın
baş parmağının "memeliler arasında bulunan en olağanüstü yönlendirme
tekniklerinden biri" olduğu sonucuna varılmıştır.80 " Role
of the giant panda's 'pseudo-thumb'" (Büyük Pandanın "Sahte Baş
Parmağının Rolü") başlıklı makale, şu yorumla bitmektedir:
Büyük pandanın elinin, daha önceki
morfolojik modellerde ileri sürüldüğünden çok daha rafine bir tutma mekanizması
olduğunu göstermiş bulunuyoruz.81
Kısacası, son 150 yıl içinde evrimciler
tarafından ortaya atılan tüm "körelmiş organ" veya "hatalı
özellik" iddiaları, sözü edilen biyolojik yapıların daha yakından
incelenmesi sonucunda boşa çıkmıştır.
Evrimciler doğadaki hiçbir biyolojik
yapının kökenini açıklayamaz iken, bu yapıların gerçek açıklaması olan
yaratılış gerçeğine karşı öne sürdükleri itirazlar da çürümüştür.
Bu nedenle
diyebiliriz ki; bir zamanlar Darwinizm vardı. Bu teori, canlıların
"hatalı" veya "körelmiş" organlarla dolu olduğunu iddia
ediyordu.
Bugün ise bu teori bilimsel delillerle
çürütülmüştür.
Bir Zamanlar "Hurda Dna" Masalı
Vardı
Bir önceki
bölümde incelediğimiz "hatalı" veya "körelmiş" yapılar
iddiasının son dayanağı, Hurda DNA (Junk DNA) kavramıydı.
Yeni bir
konu olduğu -ve çok kısa bir süre önce çöktüğü- için bu kavramı ayrı bir bölüm
içinde incelemekte yarar vardır.
Körelmiş organlar efsanesi, bir önceki
bölümde incelediğimiz gibi, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çökmeye
başladı. İşlevsiz denen organların önemli işlevleri olduğu keşfedildikçe, bu
efsane de savunulamaz hale geldi. Ama bu efsanenin propaganda gücünden mahrum
kalmak istemeyen evrimciler bunun yeni bir versiyonuna sarıldılar. Bu yeni
versiyon, vücuttaki organların değil, ama organların genetik şifresini içeren
genlerin bir kısmının "körelmiş" olduğu şeklindeydi. Kullanılan kavram ise "körelmişlik"
değil, "hurdaya çıkmışlık"tı.
Söz konusu
"hurda" (junk) nitelemesi, tüm canlıların genetik bilgisini kodlayan
dev DNA molekülünün bazı kısımları için kullanıldı. Evrimci iddiaya göre
DNA'nın oldukça büyük bir bölümü işlevsizdi. Evrimciler bu işlevsiz kısımların,
geçmişteki sözde evrim sürecinde bir işe yaradığını ama zamanla "hurdaya
çıktığını" ileri sürdüler. İddianın Darwinizm'le olan paralelliği çok
belirgindi ve bu nedenle de "Hurda DNA" (Junk DNA) kavramı, kısa
sürede bilim literatürünün sık tekrarlanan terimlerinden biri haline geldi.
Ancak körelmiş organlar hikayesinin bu yeni versiyonunun
ömrü de fazla uzun olmadı. Özellikle 2001 yılında sonuçları açıklanan İnsan
Genomu Projesi'yle birlikte, "Hurda DNA" kavramının bir yanılgı
olduğu bilim dünyası içinde yüksek sesle ifade edilmeye başlandı. Washington
Üniversitesi'nden evrimci bilim adamı Evan Eichler "Hurda DNA deyimi
bizim bilgisizliğimizin yansımasından başka birşey değil" itirafında
bulunuyordu. 82
Bunun nedeni, Hurda DNA denen kısımların
da işlevlerinin olduğunun yavaş yavaş anlaşılmasıydı.
Şimdi, Hurda DNA efsanesinin nasıl
doğduğunu ve çöktüğünü inceleyelim.
Kodlamayan DNA'nın Hurda
Sanılışı
Evrimcilerin
bu yanılgısının anlaşılması için öncelikle DNA'nın yapısı hakkında bilgi vermek
gerekir.
Tüm canlı
hücrelerinde yer alan dev bir moleküler zincir olan DNA molekülü, içerdiği
genetik bilgiler yüzünden çoğu zaman "bilgi bankası" olarak anılır.
Molekül aynı zamanda bu bilgilerin bedensel faaliyetlerde kullanımını
düzenleyen bir genetik koda sahiptir. Daha önceki bölümlerde incelediğimiz
gibi, DNA molekülünün kökenini açıklama amacıyla yapılan tüm evrimci girişimler
sonuçsuz kalmış, bu moleküldeki bilginin rastlantısal olarak oluşamayacağı
ortaya çıkmıştır. DNA molekülü açıkça üstün bir yaratılış örneğidir.
DNA üzerinde fiziksel özelliklerimizin ve
fizyolojik faaliyetlerimizin bilgisini kodlayan belirli kısımlara
"genler" denir. Bu genler farklı farklı proteinlerin kodlanmasında
rol oynar ve yaşamımızın devamını sağlar. Ancak genlerimizin tamamı, DNA'mızın
yaklaşık %10'unu oluşturur. DNA'nın geriye kalan daha büyük kısmı, protein
kodlamadığı için "kodlamayan DNA" olarak isimlendirilir.
Kodlamayan DNA'yı da kendi içinde bazı
kategorilere ayırmak mümkündür. Kodlamayan DNA, bazen genler arasına
sıkıştırılmış vaziyette bulunur ve bunlara "intron" adı verilir. Bir
diğer kısım kodlamayan DNA, aynı nükleotid dizisinin art arda sıralanmasıyla
oluşmuş daha uzun
zincirler meydana getirir. Bunlara "tekrarlı (repetitive) DNA" ismi
verilir. Eğer kodlamayan DNA üzerindeki nükleotidler, tekrarlayan diziler
yerine, genlerdeki kompleks dizilimi andıracak şekilde sıralanmışlarsa, bu defa
"sahte gen" (pseudogene) olarak isimlendirilirler.
Evrimciler
protein kodlamayan bu bölümleri genel olarak "Junk DNA" (Hurda DNA)
adı altında toplamış ve bunların sözde evrimsel süreçten aktarılan gereksiz
yığınlar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa bunun mantıksal açıdan hatalı bir
yaklaşım olduğu açıktır. Çünkü bu DNA yapılarının protein kodlamıyor olması,
bunların işlevsiz olduğunu göstermez. Bunların fonksiyonlarını öğrenmek için
üzerinde yapılacak araştırmaların sonuçlarını beklemek gerekir. Bilimsel
yaklaşım bunu gerektirir. Ancak evrimci önyargılar bu mantığın devreye
sokulmasını engellemiş, toplumu yıllarca Hurda DNA iddialarıyla yanıltacak
haberlere yol açmıştır. Ancak özellikle son on yılda yapılan araştırmalar bu
iddiaların hayalden başka birşey olmadığını göstererek evrimcileri
yalanlamıştır. Çünkü kodlamayan DNA kısımlarının, evrimcilerin iddia ettiği
gibi "hurda" değil, tam aksine "genomik hazine" olduğu
anlaşılmıştır.83
Chicago Üniversitesi'nden doktora sahibi
ve anti-evrim hareketinin önde gelen savunucularından biri olan Dr. Paul
Nelson, "Hurdacı Artık Hurda Satmıyor" (The Junk Dealer Ain't Selling
That No More) başlıklı makalesinde, evrimcilerin hurda DNA iddialarının
çöküşünü şu cümlelerle açıklar:
"[Ateizmin savuncularından]Carl Sagan, Shadows
of Forgotten Ancestors (Unutulmuş Ataların Gölgeleri) isimli kitabında,
"genetik hurdalığın", DNA'daki "fazlalıkların, kekelemelerin (gereksiz tekrarlar) ve
kopya edilemez saçmalıkların", hayatın temelinde derin kusurlar
bulunduğunu kanıtladığını öne sürmüştü. Bu tür yorumlara biyoloji literatüründe
giderek daha az rastlanmaktadır. Neden mi? Çünkü artık genetikçiler, genetik
enkaz olarak bilinen kısımların fonksiyonlarını keşfediyorlar."84
Şimdi
'Hurda DNA'nın aslında hiç de hurda olmadığının nasıl keşfedildiğini
inceleyelim...
1. Kodlamayan DNA'nın nükleotid diziliminde
lisan yeteneği ile ilgili bir kodlama kriteri bulundu.
1994 yılında Harvard Tıp Fakültesi
moleküler biyologları ile Boston Üniversitesi'nden fizikçilerin
gerçekleştirdiği ortak çalışmada kodlamayan DNA ile ilgili çarpıcı bir sonuç
elde edildi. Araştırmacılar, çeşitli canlılardan
alınan ve 50.000 baz çifti içeren 37 DNA dizilimini incelemiş ve nükleotidlerin
sıralamasında belirli kuralların olup olmadığını araştırmışlardı. Bu çalışma
sonucunda, insan DNA'sında %90 yer tutmakta olan sözde Hurda DNA'nın, insan
diline has bir özelliğe sahip olduğu ortaya çıktı.85 Buna
göre, yeryüzünde konuşulmakta olan tüm dillerde görülen ortak bir kodlama
kriterine insan DNA'sında sıralanan nükleotidlerde de rastlanmıştı. Şüphesiz bu
bulgu sözde Hurda DNA'daki bilginin tesadüfen biriktiği tezine değil, yaşamın
üstün bir yaratılış ile var olduğu gerçeğine destek sağlıyordu.
2. Tekrarlı
heterokromatin şaşırtıcı bir fonksiyonellik ortaya koydu: Kendi başlarına
anlamsız gibi görünen nükleotidler birarada önemli görevleri yerine getiriyor
ve mayotik bölünmede rol oynuyor.
Yakın bir
geçmişte, Hurda DNA olduğu zannedilen, ancak bilim adamlarının fonksiyonlarını
yeni keşfetmeye başladığı DNA dizilimlerinden biri heterokromatindir. Bu,
DNA'da fazlaca tekrar edilen bir koddur. Herhangi bir proteinin üretiminden
sorumlu olduğu tespit edilemediği için uzun zaman "Hurda DNA" olarak
tanımlanmıştır.
Renauld ve
Gasser (İsveç Deneysel Kanser Araştırma Enstitüsü) heterokromatin için şu
yorumu yaparlar:
Genomda dikkat çekecek şekilde temsil
ediliyor olmasına rağmen, (insan hücrelerinin %15'i ve sinek hücrelerinin
yaklaşık %30'u), heterokromatin her zaman 'Hurda DNA', yani hücreye hiçbir
faydası olmayan DNA olarak kabul edilmiştir.86
Ancak, son çalışmalar heterokromatinin de
önemli fonksiyonel görevleri olduğunu ortaya koydu. Moleküler Tıbbi Bilimler
Enstitüsü'nden Emile Zuckerkandl bu konuda şunları söyledi:
Tek başına fonksiyonel olmayan nükleotidleri
biraraya getirdiğinizde, fonksiyonel hale gelen nükleotidler topluluğu elde
edebilirsiniz. Kromatine ait olan nükleotidler ise bunun bir örneğidir.
Geçmişte heterokromatinin hurda olduğunu iddia eden görüşlere rağmen, bugün bu alanda aktif olarak çalışan
birçok kişi, DNA'nın bu bölümünün çok
önemli fonksiyonel görevleri olduğundan şüphe etmiyor... Nükleotidler tek
başlarına hurda olabilirler, ancak birarada iken altınlar.87
Heterokromatinin
bu tür "kollektif" fonksiyonlarından biri mayotik bölünmede tespit
edildi. Aynı zamanda yapay kromozom çalışmaları da, DNA'nın bu bölümünün farklı
fonksiyonları olduğunu ortaya çıkardı.88
3. Araştırmacılar kodlamayan DNA ile hücre
çekirdeği arasındaki ilişkiyi ortaya çıkardılar. Bu gelişmelerin "Hurda
DNA" iddiasını çürüttüğünü ifade ettiler.
1999 yılında yapılan bir çalışma, ökaryot
hücrelerdeki protein kodlamayan-DNA'nın (diğer adıyla sekonder DNA) çekirdek
içinde işlevsel bir yapı olduğunu ortaya çıkardı. Bu çalışmada, Crytomonad
isimli fotosentez yapan tek hücreli canlılar incelendi.
Bu
canlıların özelliği, boyut açısından geniş bir çeşitlilik ortaya koyuyor
olmalarıydı. Ancak hücreler farklı boyutlarda olsalar da, çekirdek büyüklüğü
ile hücrenin (canlının) büyüklüğü arasında daima doğrusal bir orantı
bulunuyordu.
Araştırmacılar kodlamayan DNA'nın
miktarının, çekirdeğin büyüklüğüne oranlı olduğunu gördüler ve bu durumu,
kodlamayan DNA'nın daha büyük çekirdek için yapısal olarak gerekli olduğuna
dair bir gösterge olduğu
sonucuna vardılar. Bu yeni araştırma, yaratılış gerçeğini reddeden Hurda DNA
-hatta Dawkins'in öne sürdüğü "bencil DNA"89- gibi kavramlara çok önemli bir
darbe oluşturdu. Araştırmacılar yazılarını şöyle bitiriyorlardı:
"Dahası,
sekonder DNA [kodlamayan DNA] nükleomorfun önemli ölçüde eksik oluşu,... sekonder
DNA ile ilgili 'bencil' ve 'çöplük' DNA tezlerini çürütmektedir". 90
4. Kodlamayan DNA'nın, kromozom yapısı için
gerekli olduğu ortaya çıktı.
Kodlamayan DNA'nın son yıllarda ortaya
çıkarılan bir başka önemli rolü de kromozom yapısı ve işlevinde
"kesinlikle gerekli" olmasıydı. Bu alanda yapılan çalışmalar,
kodlamayan DNA'nın, DNA'nın birçok işlevi yerine getirmesini mümkün kılan yapıyı
sağladığını gösterdi. Öyle ki forma sokulmuş bir yapı olmaksızın bu işlevlerin
gerçekleştirilmesi imkansızdı. Bilim adamları bira mayasının kromozomlarından
birinde, telomerleri (telomerler kromozomların her iki ucunda bulunan ve her
hücre bölünmesi sonrası belli ölçüde kısalan DNA-protein kompleksleridir)
ortadan kaldırdıklarında hücre bölünmesinin kesintiye uğradığını gördüler.91 O halde telomerler hücrenin, sağlam kromozomları, hasar görmüş
DNA'dan ayırmasına yardımcı oluyordu. Bu kesinti halinden kurtulan hücrelerde
kromozom sonunda kaybediliyordu. Bu da kodlamayan DNA'ya ait telomerlerin,
hücrenin kromozom sabitliğinin korunmasında gerekli olduğunu gösteriyordu.
5.
Kodlamayan DNA'nın embriyonun gelişimindeki rolleri ortaya çıkarıldı
Kodlamayan DNA'nın, gelişim sırasında gen
ifadesinin (gendeki bilginin okunarak protein üretimi yapılması işleminin)
düzenlenmesinde de önemli rol oynadığına dair kanıtlar elde edildi.92 Çeşitli çalışmalarda, kodlamayan DNA'nın, fotoreseptör hücrelerinin93, üreme bölgesinin94 ve merkezi sinir
sisteminin95 gelişiminde rol oynadığı gösterildi. Tüm
bunlar, kodlamayan DNA'nın gelişim ve embriyojenez (embriyonun gelişimi)
sırasında hayati rolleri düzenlediğini gösterdi.
6. Hurda
DNA kategorisine dahil edilen intronların hücre faaliyetlerinde hayati roller
oynadığı ortaya çıktı.
Evrimcilerin uzun yıllar Hurda DNA
zannettiği ancak önemli rolleri daha sonra keşfedilen bir başka tür kodlamayan
DNA ise intronlardır. İntronların özelliği, fonksiyonel genlerin içine
sıkıştırılmış olmalarıdır. İntronlar, protein üretimi ve işlevleri sırasında
ayrıştırılarak elenirler.
Evrimciler,
intronların ilk bakışta protein üretiminde rol oynamamasına aldanmış, bunları
Hurda DNA kabul etmişlerdi. Oysa yapılan araştırmalar intronların çok önemli
yaşamsal faaliyetlerde rol oynadığını ortaya çıkardı. Günümüzde intronlar artık
farklı DNA'lardan meydana gelen ve hücrenin yaşamı açısından hayati derecede
önemli rol oynayan kompleks bir karışım olarak kabul ediliyor.96
Ünlü The
New York Times gazetesinin bilim köşesinde yayınlanan bir yazı, intronlarla
ilgili evrimci yanılgıları ortaya koyması açısından ilgi çekiciydi. C.
Claiborne Ray tarafından hazırlanan ve "DNA: Hurda mı, Değil mi?"
başlığını taşıyan kısa yazıda, intronlar üzerinde yapılan araştırmaların sonucu
şu cümlelerle özetleniyordu: "Yıllar boyu yapılan çalışmalar,
intronların hurda olmadığını, bunların aslında genlerin çalışma şeklini
etkilediklerini ortaya çıkardı. ...intronlar, şüphesiz, aktif roller
oynuyorlar."97
New York Times gazetesindeki bu yazıda, son bilimsel gelişmeler ışığında,
intronlar gibi "sözde çöplük DNA"nın gerçekte organizmalara
"faydalı" olduğu vurgulanıyordu.
Maddeler halinde ele aldığımız tüm bu
gelişmeler kodlamayan DNA hakkında yepyeni bilgiler ortaya koymakla birlikte önemli
bir gerçeği de açığa çıkarmış oluyordu. Evrimcilerin Hurda DNA kavramı Evan
Eichler’in de ifade ettiği gibi, bilgisizlikten kaynaklanan, uydurma bir
kavramdı.98
Hurda DNA Efsanesinin Son
Dayanağı da Çöktü: Bir Sahte Gen"in Fonksiyonel Olduğu Ortaya Çıktı
90'lı yıllardan itibaren yaşanan tüm bu önemli bilimsel gelişmeler, Hurda
DNA iddiasının bilgisizlikten kaynaklanan bir evrim yanılgısı olduğunu ortaya
koydu. Genlerin içine sıkışmış intronlar ve daha uzun sıralar halinde birarada
bulunan tekrarlı DNA gibi "kodlamayan DNA"ların aslında işlevsel
olduğu gösterilmiş oldu. Bununla birlikte, geriye fonksiyonel olup olmadığı tam
bilinmeyen tek bir tür "kodlamayan DNA" kalıyordu: "Sahte
genler" anlamına gelen "pseudogenler" (pseudogenes).
Pseudogen,
görünürde, mutasyona uğramış fonksiyonel genlerin işlevlerini kaybederek ortaya
çıkardıkları DNA parçalarına evrimcilerce verilen isimdir. "Pseudo"
kelimesi de İngilizcede "sahte, yanıltıcı" anlamında kullanılır.
Pseudogenlerin evrimciler açısından özel bir önemi olduğu söylenebilir. Çünkü
mutasyonların evrim meydana getireceği iddiasının geçersizliğini içten içe
kabullenmiş, pseudogenlere bir tür göz boyama aracı olarak sarılmışlardır.
Kısaca
hatırlayacak olursak, canlılar üzerinde yapılan sayısız deneyde, mutasyonların,
etkili oldukları zaman canlılarda daima genetik bilgi kaybına neden oldukları
görülmüştür. Bir saate yapılan rastgele çekiç darbelerinin saati
geliştirmeyeceği gibi, mutasyonlar da organizmaları asla geliştirmemiş, bir
diğer deyişle evrimleştirmemişlerdir. Evrim teorisi genetik bilgide artış
gerektirdiği halde mutasyonlar hep genetik bilgiyi azaltır, tahrip ederler.
Teorilerine destek gösterebilecekleri bir
mekanizmadan dahi yoksun olan evrimciler, pseudogenleri hayali evrim sürecinin
"hayalet" mekanizmasının işlediğine kanıt gösterdiler. Evrimciler,
protein kodlamayan bu DNA parçalarının sözde evrimin moleküler fosilleri
olduğunu iddia ettiler. Bu iddianın tek dayanağı, bu genlerin herhangi bir
fonksiyonunun bilinmeyişiydi.
Ta ki 2003 Mayısı'na kadar.
Pseudogenlerin fonksiyonel olduğunu
gösteren bir çalışma, ünlü Nature dergisinin 1 Mayıs 2003 tarihli
sayısında yayınlandı. Araştırmacılar, "İfade Edilmiş Bir Pseudogen,
Homolog Kodlayan Geninin Mesajcı RNA Kararlılığını Düzenliyor" (An
expressed pseudogene regulates the messenger-RNA stability of its homologous
coding gene) başlıklı yazılarında, bir deneye hazırlanan farelerde
gözlemledikleri bir durumu haber veriyorlardı.99 Buna
göre bir dizi farenin, Makorin1-p1 ismi verilen pseudogenlerinin, genetik
olarak değiştirilmesi sonucu farelerde ölümcül mutasyonlar meydana gelmişti.
Farelerin böbrek ve kemiklerinin anormal şekilde geliştiği gözlemlenmişti.
Pseudogendeki dizilimde meydana gelen bir
değişimin farenin organlarını etkilemesinin açıklaması açıktı: Bu pseudogen
işlevsiz değil, gerekliydi.
Nature dergisinde bu araştırmayı yorumlayan bir makalede bu çalışmanın,
evrimin "moleküler fosilleri" gözüyle bakılan pseudogenler hakkındaki
yaygın görüşlere meydan okuduğu yazılıyordu.100 Yani, bir evrim efsanesi
daha yıkılıyordu.
Pseudogenlerle ilgili bir fonksiyon ortaya
çıkarıldıktan yalnızca üç hafta sonra, bir diğer ünlü bilim dergisi Science'da yayınlanan bir araştırma,
Hurda DNA kavramına bir başka ağır darbe vurdu.101 Derginin 23 Mayıs
2003 tarihli sayısında yayınlanan bir araştırma, kodlamayan DNA ile ilgili yeni
bir işlev daha ortaya çıkarıyordu. Yukarıda aktardığımız tüm gelişmelerin
farkında olan evrimciler için, uzun süre gündemde tuttukları "Çöplük
DNA" kavramının anlamsızlığını açıkça kabul etmekten başka seçenek
kalmıyordu. Çöplük DNA kavramının çöpe atılma vakti gelmişti. Pensylvannia
Eyalet Üniversitesi'nden Wojciech Makalowski tarafından kaleme alınan yazının
başlığı bu değişimi gösterir nitelikteydi: "Not
Junk After All" (Artık Hurda Değil). Makalowski durumu şöyle
özetliyordu:
Özellikle tekrarlayan elemanlarla ilgili
olan Hurda DNA görüşü 1990'lı yıllarda değişmeye başladı... Şimdilerde giderek
daha fazla sayıda biyolog tekrarlayan elemanlara genomik hazine olarak bakıyor.
Bu rapor gösteriyor ki tekrarlayan elemanlar 'Hurda DNA değil', ökaryotik
genomların önemli, birleştirici bileşenleri. O halde tekrarlayan DNA "Hurda DNA" olarak
isimlendirilmemeli…". 102
Bir zamanlar Hurda DNA kavramını ve buna
dayalı evrimci spekülasyonları sık sık duyabilirdiniz.
Ama, burada özetlediğimiz gibi,
Darwinistlerin son "körelmişlik" iddiası olan Hurda DNA kavramı da
tarihe karıştı. Darwinizm'in bu son çırpınışları da boşa çıktı.
Bir Zamanlar Türlerin Kökeni "Türleşme"
Sanılıyordu
Darwinizm'e olan ısrarlı bağlılığı ile
tanınan New Scientist dergisinin 14 Haziran 2003 tarihli sayısında
"Yeni Türler Nasıl Oluşur?" (How Are New Species Formed?) başlıklı
bilimsel bir makale vardı. Yazarı George Turner şu önemli "itiraf"ta
bulunuyordu:
Çok değil yakın zaman önce, türlerin nasıl
oluştuğunu bildiğimizi sanıyorduk. İşlemin hemen her zaman popülasyonların
tamamen izole olmalarıyla başladığına inanıyorduk. Genellikle popülasyonun
ciddi bir "genetik darboğaz"dan geçmesinden sonra meydana geliyordu;
(örneğin) hamile bir dişinin uzak bir adaya sürüklenmesinden ve onun
yavrularının birbirleri ile çiftleşmesinden sonra olabileceği gibi. Bu
"kurucu etki"nin güzelliği, laboratuvarda test edilebilir olmasıydı.
Gerçekte, açıkçası tutmadı. Biyologların tüm çabalarına rağmen, hiç kimse,
kurucu bir popülasyondan yeni bir tür yaratmanın yanına bile yaklaşamadı.
Dahası, bildiğimiz kadarıyla, insanların az sayılarda organizmayı yabancı
ortamlara salmaları sonucunda hiçbir yeni tür oluşmadı.103
Aslında bu yeni bir itiraf değildir. Darwin'den
bu yana geçen bir buçuk yüzyıl içinde, onun ileri sürdüğü gibi bir
"türleşme" hiçbir zaman gözlenmemiş, "türlerin kökeni"ne
tatmin edici bir açıklama getirilememiştir.
Bunu açıklamak için Darwin'in nasıl bir
"türleşme" öngördüğünü anlatmakta yarar vardır.
Darwin'in teorisinin dayandığı
"gözlem"lerin türü, hayvan popülasyonlarındaki bazı değişimlerdi.
Bunların bazıları hayvan yetiştiricilerinin çalışmalarıydı. Cins köpekler,
inekler veya güvercinler yetiştiren bu kişiler, popülasyon içinde belirli bir
özelliği baskın olan (örneğin iyi koşan köpekleri, iyi süt veren inekleri veya
"zeki" güvercinleri) seçip birbirleriyle çiftleştirerek, birkaç nesil
içinde bu seçtikleri özelliklere yüksek oranlarda sahip olan popülasyonlar
oluşturuyorlardı. Normal ineklerden, çok daha fazla süt veren inekler
türetiyorlardı.
Bu "sınırlı değişim", Darwin'e
doğada daimi bir değişim olduğunu ve bunun uzun zamana yayıldığında sınırsız
bir değişim (yani evrim) meydana getireceğini düşündürttü.
Darwin'in
aynı konudaki ikinci gözlemi ise, Galapagos Adaları'nda gördüğü farklı ispinoz
türleriydi. Bu ispinozların, ana karadakilerden farklı gaga yapılarına sahip
olduklarını belirlemişti. Yani aynı popülasyonun içinde uzun gagalı, kısa
gagalı, kıvrık gagalı, düz gagalı ispinozlar türemişlerdi ve bunlar da kendi içlerinde çiftleştikleri için ayrı türler haline
gelmişlerdi.
Darwin tüm bu "değişim"
olgularını biraraya getirdiğinde, doğada "sınırsız değişim"
yaşandığını, yepyeni türlerin, sınıfların, takımların ortaya çıkması için sadece
"uzun zaman" gerektiğini düşündü. Ancak Darwin yanılmaktaydı.
Belirli bir özelliği baskın olan canlıları
seçip birbirleriyle çiftleştirerek sadece kendi türlerinin daha iyisi, daha
güçlüsü canlılar yetiştirilmiş olur. Yoksa bu yöntemle bir başka canlıyı
oluşturmak mümkün değildir. Örneğin bu şekilde bir kediden bir at, bir
ceylandan zürafa oluşturulamaz ya da bir armuttan bir erik meydana getirilemez.
Karpuz her zaman karpuzdur, şeftaliler muza ya da karanfiller güllere
dönüşemez. Kısacası herhangi bir türden hiçbir şartta bir başka tür meydana
gelmez. Darwin'in bu konuda nasıl yanıldığını ilerleyen sayfalarda detaylıca
açıklayacağız.
"Biyolojik Değişimin
Doğal Sınırları"
Darwin doğada gözlemlediği değişimin
sınırsız olduğunu varsaymıştı. Eğer inekler, köpekler veya güvercinler sadece
birkaç nesilde bile değişim gösterebiliyorlarsa, yeterince uzun zaman
verildiğinde herşeye dönüşebilirler, diye düşünmüştü. Ancak aradan geçen 140
yıl içindeki binlerce farklı deney, deneyim ve gözlem, bu varsayımın tamamen
yanlış olduğunu ortaya çıkardı.
Bitkiler ve hayvanlar üzerinde 20. yüzyıl
boyunca yapılan tüm yetiştirme çalışmaları, türlerin doğal
"çeşitlenme" süreciyle asla aşamayacakları sınırlar olduğunu
göstermiştir. Bu alandaki en ünlü isimlerden biri olan Luther Burbank, türler
içindeki değişimi sınırlayan görünmez bir kanunun olduğu görüşündedir:
Tecrübelerimden biliyorum ki, bir buçuk ile
altı santimetre arasında bir erik yetiştirebilirim. Ama itiraf edeyim ki, bir
bezelye kadar küçük veya bir greyfurt kadar büyük erik elde etme çabası
başarıyla sonuçlanmayacaktır… Kısacası, muhtemel sanılan gelişmelerin sınırları
vardır ve bu sınırlar bir kanuna tabidir… Bu, ilk hale yani ortalama (vasat)
boyuta dönme kanunudur… Geniş çaplı deneyler daha önceden gözlemle tahmin
ettiğimiz sonuçları onaylayan bilimsel deliller ortaya koymuştur. Yani bitkiler
ve hayvanlar sonraki nesillerde vasat boyutlarına veya yapılarına geri dönmeye
eğilimlidirler… Kısacası, tüm canlıları belirli bir sınırda bulunmaya zorlayan
bir çekim kuvveti vardır.104
Günümüzde halen bazı yapay genetik
düzenlemelerle hayvanların ya da tarım ürünlerinin biyolojik yapılarında bazı
değişiklikler yapılabilmektedir. Daha güçlü kaslı, atlar ya da daha büyük
lahanalar elde edilebilmektedir. Ama Darwin'in bunlardan yola çıkarak yaptığı
çıkarımların yanlış olduğu artık açıkça ortadadır. Dünyanın önde gelen
antropologlarından Loren Eisley bunu şöyle açıklar:
Atların veya lahanaların kalitelerini
yükseltmek için yapılan üretim şekli, sonsuz bir biyolojik değişime, yani
evrime giden bir yol değildir. Bu tür yapay üretimlerin evrime kanıt olarak
kullanılması gerçekten tuhaf bir durumdur.105
Florida Üniversitesi'nde hayvan bilimci
olan Edward S. Deevey de, doğadaki değişimin bir sınırı olduğunu şöyle
belirtir: "Buğday yine buğdaydır, greyfurt değildir; domuzlara kanat
takamayız, tavuklara silindir şeklinde yumurta yumurtlatamayız."106
Meyve sinekleri üzerinde yapılan
deneylerde de yine "genetik sınır" duvarına çarpılmıştır. Bu
deneylerin hepsinde meyve sineği belli oranlarda değişime uğramış, ama belli
sınırların ötesinde bir değişim gözlemlenememiştir. Neo-Darwinizm'in bilinen
isimlerinden biri olan Ernst Mayr, meyve sineği ile yapılan iki deneyle ilgili
olarak şunları aktarır:
Birinci deneyde sineğin kıllarının azaltılması,
ikinci deneyde ise artırılması hedeflenmişti. Ortalama 36 olan kıl sayısını 30
kuşak sonra 25'e kadar düşürmek mümkün oldu. Ama daha sonra kısırlık meydana
geldi ve o seriden elde edilen sinekler nesil üretemez oldular. İkinci deneyde
ise kıl sayısı 36'dan 56'ya çıkarıldı; bu defa da yine ilk deneyde olduğu gibi
kısırlık baş gösterdi.107
Mayr yapılan bu deneylerden sonra şu
sonucu çıkarmıştır:
Belli ki seleksiyonla gerçekleştirilen
zorlayıcı ıslahlar, genetik çeşitliliğin kökünü kurutmaktadır… Tek taraflı
seleksiyon, genel uyumda (çevreye uyumda) bir düşüşe neden olmaktadır. Bu da,
neredeyse her üretim deneyinin baş belasıdır.108
Bu konuyu ele alan en önemli kaynaklardan
biri, biyoloji profesörü Lane P. Lester'ın ve moleküler biyolog Raymond G.
Bohlin'in birlikte kaleme aldıkları Natural Limits to Biological Change
(Biyolojik Değişimin Doğal Sınırları) adlı kitaptır. Lester ve Bohlin, kitabın
girişinde şöyle yazmaktadırlar:
Yaşayan organizmaların popülasyonlarının,
belirli bir zaman dilimi içinde anatomi, fizyoloji, genetik yapı vs. açısından
değişim gösterdikleri, tartışılmayan bir gerçektir. Geriye kalan zor mesele, şu
sorunun cevabıdır: Ne kadar değişim mümkündür ve bu değişimler hangi mekanizma
ile oluşur? Bitki ve hayvan yetiştiricileri, canlıların değiştirilebilirliği
konusunda etkileyici örnekleri biraraya getirebilirler. Ama bir yetiştirici işe
köpekle başladığında sonuçta yine köpek elde etmektedir, farklı ve garip
görünümlü bir köpek bile olsa bu, sonuçta köpektir. Meyve sineği meyve sineği olarak
kalmakta, güller gül olarak kalmaktadır.109
Yazarlar kitaplarında bu konuyu bilimsel
gözlem ve deneylere bakarak araştırırlar. Vardıkları iki temel sonuç vardır:
1)
Canlıların genlerine bir dış müdahale olmadıkça, yeni genetik bilgi edinmeleri
mümkün değildir. Bu nedenle, genlere bir müdahale olmadıkça, doğada asla yeni
biyolojik bilgi ortaya çıkmaz. Yani yeni canlı kategorileri, yeni organlar,
yeni yapılar doğmaz. Doğal yollarla sadece belirli bir tür içinde "genetik
varyasyon" oluşur. Bunlar da kısa boylu, uzun boylu,
az tüylü, çok tüylü köpek cinsleri ortaya çıkması gibi "sınırlı
değişim"lerdir. İsterse milyarlarca yıl geçsin, bu değişimlerin yeni canlı
türleri ve daha üst kategoriler (sınıflar, aileler, takımlar, filumlar)
oluşturması imkansızdır.
2) Doğada canlıların genlerine dış
müdahale, sadece mutasyonlar yoluyla olur. Ama mutasyonlar da, hiçbir zaman,
"yapıcı" etki sağlamazlar. Yeni genetik bilgi oluşturmazlar; etkileri
sadece genetik bilgiyi tahrip etmektir.
Dolayısıyla;
Darwin'in sandığı gibi, doğal seleksiyon
yoluyla "türlerin kökeni"nin açıklanması imkansızdır. Köpekleri ne
kadar "seleksiyona" tabi tutarsak tutalım hep köpek olarak
kaldıklarına göre, onların geçmişte aslında balık veya bakteri olduklarını
iddia etmenin hiçbir mantığı yoktur.
Peki "genlere dış müdahale"
seçeneği, yani mutasyonlar dikkate alınırsa?
Darwinist teori 1930'lardan bu yana bu
seçeneğe bel bağlamaktadır ve bu nedenle de teorinin adı neo-Darwinizm olarak
değişmiştir. Ne var ki mutasyonlar da teoriyi kurtaramamaktadır. Bu önemli
konuyu, ayrıca incelemek yerinde olacaktır.
Galapagos'taki Değişim Nereye
Kadar?
Darwin'in
Galapagos adalarında gördüğü farklı ispinozlar da bir varyasyon örneğidir ve
diğerlerinde olduğu gibi kesinlikle evrime bir delil oluşturmazlar. Son
yıllarda yapılan gözlemler, ispinozlarda Darwin'in teorisinin öngördüğü gibi
sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. Dahası, Darwin'in 14 ayrı
tür olarak belirlediği farklı ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile
çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel
gözlemler, hemen her evrimci kaynakta anlatılan "ispinoz gagaları"
örneğinin, gerçekte bir "varyasyon" örneği olduğunu, yani evrim
teorisine delil oluşturmadığını göstermektedir. Galapagos Adaları'na
"Darwinistik evrimin kanıtlarını bulmak" için giden ve adalardaki
ispinoz türlerini uzun yıllar boyunca gözlemleyen Peter ve Rosemary Grant'in
ünlü çalışmaları, adada bir "evrim" yaşanmadığını belgelemekten başka
bir sonuç vermemiştir.110
Mutasyonlar Ne İşe Yarar?
Genetik
bilgi son derece komplekstir. Hem genlerde saklanan bilginin kendisi
komplekstir, hem de bu bilgiyi kodlayan, okuyan ve buna göre üretim yapan
moleküler makineler... Bu sisteme isabet edecek olan rastlantısal bir etki,
yani bir kaza, hiçbir şekilde genetik bilgi artışı sağlamaz.
Mutasyon, bilgisayar yazılımı ile uğraşan
bir programcının klavyesinin üzerine rastgele bir kitap düşmesi ve bu kitabın
bazı tuşlara çarparak yazılımın içine rastgele harfler ve rakamlar eklemesi
gibi bir şeydir. Böyle bir kaza nasıl bilgisayar yazılımını geliştirmez, aksine
bozarsa, mutasyonlar da canlıların genetik kodunu bozarlar. Lester ve Bohlin'in
Natural Limits to Biological Change (Biyolojik Değişimin Doğal
Sınırları) adlı kitaplarında belirttikleri gibi; "mutasyonlar DNA
replikasyonunun hassas mekanizmasında meydana gelen hatalardır" ve
dolayısıyla "mutasyonlar, aynen genetik varyasyon ve rekombinasyon gibi
kendi başlarına büyük evrimsel değişim meydana getiremezler."111
Mantıksal olarak beklenebilecek olan bu
sonuç, 20. yüzyıl boyunca yapılan tüm deney ve gözlemler tarafından da
doğrulanmıştır. Hiçbir canlıda genetik bilgisini geliştirerek köklü bir değişim
meydana getiren bir mutasyon gözlemlenmemiştir.
Bu nedenle Fransız Bilimler Akademisi Eski
Başkanı Pierre-Paul Grassé, evrim teorisini kabul etmesine rağmen,
mutasyonların "yalnızca kalıtsal değişkenler olduğunu, merkez noktaya
bağlı olarak sağa sola hareket eden bir sarkaç pozisyonunda olduklarını, ama
hiçbir zaman evrimsel etkisi olan bir sonuç olmadıklarını… sadece daha önceden
var olanı bir çeşit değişime uğrattıklarını"112 söyler.
Dr. Grassé evrim konusundaki problemin "bazı
çağdaş biyologların mutasyonu görür görmez evrimden bahsetmeye başlamalarından
kaynaklandığını" söyler. Ona göre bu kanı "gerçeklerle uyuşmaz;
çünkü ne kadar çok sayıda olurlarsa olsunlar, mutasyonlar herhangi bir evrim
meydana getirmezler."113
Türlerin mutasyonlarla yeni genetik bilgi
kazanamayacakları konusunda verilebilecek en güzel örnek meyve sinekleri ile
ilgilidir. Meyve sinekleri üzerinde yapılan mutasyonlar, doğadaki canlılara
değişimin değil, bir dengenin hakim olduğunu göstermiştir. Meyve sineği gebelik
süresi çok kısa (12 gün) olduğu için uzun yıllardır mutasyon deneylerinin gözde
deneği olmuştur.
Bu deneylerde sineğin mutasyon oranını
yüzde 15.000 artırmak
için röntgen ışınları kullanılmıştır. Bilim adamları meyve sineğinin doğal
şartlar altında milyonlarca yılda maruz kalacağı mutasyon sayısını kısa bir
süre içinde gerçekleştirerek gözlemleyebilmişlerdir. Bu kadar hızlı mutasyonlardan
sonra elde edilen hiçbir yeni tür yoktur. Bilim adamları yine meyve sineğinden
başka bir şey elde edememişlerdir.
Meyve
sineklerindeki sözde "faydalı mutasyon"lara örnek verilen klasik
vaka, dört kanatlı mutantlardır. Meyve sinekleri normalde iki kanatlıdır, ancak
bazı mutantların dört kanada sahip olduğu gözlemlenmiştir. Darwinist literatür
bu örneği "gelişim" olarak sunar. Oysa Jonathan Wells'in Evrimin İkonları adlı kitabında detaylı olarak
açıkladığı gibi, bu çok yanlış bir yorumdur. Söz konusu ekstra kanatlar uçuş
kaslarından yoksundur ve dolayısıyla mutant sineklere avantaj değil dezavantaj
getirmektedirler. Nitekim bu mutantların hiçbiri laboratuvar dışında
yaşamamıştır.114
Tüm bunlara rağmen evrimciler nadir de
olsa "faydalı mutasyonlar" yaşandığını ve bunların doğal seleksiyon
vasıtasıyla seçildiğini ve böylece yeni biyolojik yapıların ortaya çıktığını
ileri sürerler. Oysa burada çok önemli bir yanılgı vardır. Bir mutasyon
kesinlikle "genetik bilgi artışı" meydana getirmez ve dolayısıyla
evrim sağlamaz. Lester ve Bohlin bu konuyu şöyle açıklarlar:
(Mutasyonlar)... zaten var olanı modifiye
ederler, çoğunlukla anlamsız ve yok edici bir şekilde. Bu, faydalı
mutasyonların hiçbir zaman var olmadığı anlamına gelmez; pek muhtemel olmasa
da, yine de oluşabilirler. Faydalı bir mutasyon, basitçe, bu mutasyona sahip
olanların, kendi soylarını daha sonraki nesillere mutasyona sahip olmayanlardan
daha çok aktarmalarını sağlayandır... Ama bu mutasyonların bir organizmayı bir
diğerine dönüştürmekle hiçbir ilgisi yoktur...
Bu açıdan Darwin Madeira'da yaşayan kanatsız
böceklere dikkat çekmiştir. Rüzgarlı bir adada yaşayan böcekler için, kanatlar
kesin bir dezavantaj olabilir. Uçuşun kaybolmasına neden olan mutasyonlar ise
kesinlikle yararlı olacaktır. Aynı durum görme yeteneği olmayan mağara
balıkları için geçerlidir. Gözler yaralanmaya çok açıktır ve tamamen karanlık
bir ortamda yaşayan canlılar, gözlerini yok ederek yaralanma ihtimallerini
sıfıra indiren bir mutasyondan fayda göreceklerdir. Bu mutasyonlar etkili ve
yararlı bir değişim oluştursalar da, önemli olan bir nokta vardır ki, bunlar
her zaman bir kayıp meydana getirmektedirler, kazanç değil. Hiçbir zaman, daha önceden gözlere veya
kanatlara sahip olmayan türlerde bunların üretildiğini gözlemlemiyoruz.115
Dolayısıyla
yazarların vardıkları sonuç şudur: "Toplamda, mutasyonlar daimi bir
genetik bozulma ve dejenerasyon nedeni olarak işlev görürler."
Etkileri hep "genetik bilgi
kaybı" olan mutasyonların, doğadaki milyonlarca farklı canlı türünün
olağanüstü derecede kompleks genetik kodlarını ürettiklerine inanmak ise,
klavyelerin üzerlerine rastgele düşen kitapların, milyonlarca ansiklopedi
yazdığına inanmak gibidir. Yani saçmadır, akıl dışıdır. Paris Üniversitesi Tıp
Fakültesinde bölüm başkanlığı yapan Dr. Merle d'Aubigne, bu konuda şu önemli
yorumu yapar:
Kişisel olarak ben, yaşam koşullarındaki
değişikliklere bağlı olarak gerçekleşen mutasyonun; beynin, ciğerlerin, kalbin,
böbreklerin hatta eklem ve kasların karmaşık ve rasyonel düzenini
açıklayabileceği fikrini tatmin edici bulmuyorum. Akıl sahibi ya da düzenleyici
bir güç olduğu fikrinden nasıl kaçınılabilir ki?116
Kısacası mutasyonlar da Darwin'in
meselesine, yani "türlerin kökeni"ne bir açıklama getirmemektedir.
Avusturyalı evrimci biyolog Gerhard Müller bu çözümsüz durumu, "yeni
morfolojik karakterlerin kökeni, çağdaş sentetik (neo-Darwinist) teori
tarafından hala açıklanabilmiş değildir" şeklinde ifade etmektedir.
Neo-Darwinizm'in öne sürülen iki
mekanizmasının, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun canlıların kökenini
açıklaması mümkün değildir. Çünkü doğal seleksiyon yoluyla genetik bilgi üretilemez; sadece var
olan bilgi seçilir. Mutasyonlar da genetik bilgi üretmez; bu bilgiyi en iyi
ihtimalle etkilemez, çoğu zaman tahrip ederler. Genetik bilginin -ve
dolayısıyla yaşamın- kökeninin bu bilinçsiz doğa mekanizmaları olmadığı
açıktır.
Bu köken,
Dr. Merle d'Aubigne'nin de ifade ettiği gibi, "akıl sahibi ya da
düzenleyici bir güç"tür. Bu güç sonsuz akıl, ilim ve kudret sahibi Yüce
Allah'tır. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan
O'dur; bu O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en Yüce misal O'nundur. O,
güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Rum Suresi, 27)
Darwinizm, bu gerçeği inkar etmeye çalışmış,
ama başaramamış köhne bir teori olarak tarihe geçecektir.
"İşte Öylesine Hikayeler"in
Sonu
Buraya
kadar evrim teorisinin türlerin kökenini açıklama çabasının tamamen çıkmazda
olduğunu inceledik. Bu çıkmaz son yıllarda evrimciler tarafından da açıklıkla
itiraf edilmektedir. Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz ve Raff, Developmental
Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde, "türlerin
kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir"
diyerek durumu özetlerler.117
Ama
kamuoyu bu durumdan pek haberdar edilmez. Darwinist sistem, sokaktaki insanın
"türlerin kökeninin Darwinizm açısından çözümsüz kaldığını" bilmesini
tercih etmez. Bunun yerine, medya ve ders kitapları gibi kanallar aracılığıyla,
insanlara evrim masalları anlatılır. Bilim dünyasında "işte öylesine
hikayeler" (just-so stories) denen bu masallar, evrim teorisine inanan pek
çok insanın da başta gelen motivasyon kaynağıdır.
Bu "işte öylesine hikayeler"in
çok ünlülerinden birini özetle anlatalım. Hemen her evrimci kaynakta ufak tefek
farklılıklarla rastlayabileceğiniz bu hikaye, insanın nasıl olup da "ayağa
kalktığı" ile ilgilidir:
İnsanların ataları olan insanımsı maymunlar,
Afrika'nın ormanlarında, ağaçlarda yaşıyorlardı. İskeletleri eğikti, elleri ve
ayakları ağaçları tutmaya uygundu. Sonra bir zaman Afrika'da ormanlık alanlar
azaldı ve insanımsılar savanlara doğru göç ettiler. Savanlarda yüksek otların
arasında etrafı görebilmek için dik durmak, yani ayağa kalkmak gerekiyordu.
Böylece atalarımız ayağa kalktılar, dik yürümeye başladılar. Elleri ise boşta
kaldı. Bunun sonucunda ellerini kullanmaya başladılar. Ellerini alet yapımında
kullandıkça, zekaları da gelişti. Böylece insan oldular.
Bu gibi hikayelere evrimci gazetelerde ve
dergilerde sıkça rastlayabilirsiniz. Evrim teorisine inanan ve konu hakkında
bilgisiz ya da yüzeysel bilgiye sahip muhabirler, bu hikayeleri okuyucularına
sözde bilimsel birer gerçek gibi anlatmayı adeta kendilerine görev
edinmişledir. Oysa giderek daha fazla bilim adamı bu hikayelerin hiçbir
bilimsel değer taşımadığını kabul ve ilan etmektedir. Londra'daki İngiliz Doğa
Tarihi Müzesi'nde uzun yıllar üst düzey paleontolog olarak çalışan Dr. Collin
Patterson, şöyle yazmıştır:
Bir formun bir diğerine nasıl dönüştüğüne
dair hikayeler yazmak ve bu dönüşümün aşamalarının doğal seleksiyon tarafından
nasıl seçildiğine dair nedenler bulmak kolaydır. Ama bu hikayeler bilimin bir
parçası değildir, çünkü onları test etmenin hiçbir yöntemi yoktur.118
Evrimci paleontolog T. S. Kemp ise, 1999
basımı Fossils and Evolution (Fosiller ve
Evrim) adlı kitabında "işte öylesine hikayeler"in bilimsel
değersizliğini "kuşların evrimi" konusunda yazılmış olanlarını ele
alarak şöyle açıklar:
Kuşların
kökeni hakkında bir senaryo, Geç Jurasik döneminde, küçük, hafif iki ayaklı
dinozorlar üzerinde, gittikçe daha arboreal (ağaçlarda yaşamaya yönelik) bir
adaptasyonu kayıran bir seleksiyon olduğu şeklindedir. Ağaçlarda yaşamak,
onların yırtıcılardan kaçma yeteneklerini artırmış ve yeni besin kaynakları
bulmalarını sağlamıştır. İlave seleksiyon baskıları sırasıyla sıçramayı,
süzülmeyi ve sonuçta daldan dala ve ağaçtan ağaca güçlü şekilde uçmayı
zorlamıştır. Bu ara formlar, onların yaşadıkları ekolojik koşullar ve maruz
kaldıkları selektif güçler hakkındaki varsayımların hiçbiri ampirik (bulgusal)
olarak test edilemez. Sonuç şudur ki bu evrimsel senaryo, eleştirel olarak
ifade edersek, bir "işte öylesine hikaye"dir.119
Patterson'ın veya Kemp'in ifade ettiği
husus, yani söz konusu "işte öylesine hikayeler"in test edilemeyecekleri
ve dolayısıyla bilimsel bir değer taşımadıkları, meselenin bir yönüdür. İkinci
ve belki de daha da önemli yönü ise, bu hikayelerin aynı zamanda gerçekleşmesi
imkansız saçmalıklar oluşudur. Yani bu hikayeler bilimsel olmayışlarının
ötesinde, zaten mümkün de değildirler.
Bunu açıklamak için, yine insanın evrimi
konusunda az önce aktardığımız "ayağa kalkan insanımsılar" hikayesini
ele alalım.
Bundan 150 yıl önce Jean Baptiste Lamarck,
döneminin geri kalmış bilim düzeyiyle böyle bir hikaye öne sürmüştür. Oysa
modern genetik göstermiştir ki, yaşam sırasında kazanılan özellik sonraki nesle aktarılmaz. Bunun
üstteki hikayeyle ilgisi şudur: Hikayede, insanın sözde atalarının, yaşam
sırasında kazandıkları özelliklerle evrimleştikleri varsayımı egemendir. İnsanların
otlar arasında etrafı görebilmek için ayağa kalktıkları ve elleri boşta olduğu
için bunları kullandıkları ve böylece zekalarının geliştiği iddia edilmektedir.
Bu, tamamen bilim ve akıldışı bir iddiadır. Böyle bir olay hiç yaşanmamıştır.
Ayrıca bir canlının dik durmaya çalışarak veya el aletleri kullanarak birtakım
özellikler elde etmesi mümkün değildir. Elde ettiğini kabul etsek bile (ki bu
bilimsel olarak imkansızdır), bu özellikleri sonraki nesle aktarması mümkün
değildir. Dolayısıyla bir imkansız gerçekleşse ve bir maymun kendini zorlayarak
iskeletini "dikleştirse" bile, bu özellik sonraki nesle geçmez ve
dolayısıyla bir "evrim" gerçekleşmez.
Peki nasıl
olmaktadır da bir yüzyılı aşkın bir süredir çürümüş olan Lamarckist mantıklar
hala topluma empoze edilmeye çalışılmaktadır?
Evrimciler, bu "işte öylesine
hikayeler"in, yaşanan asıl biyolojik evrim sürecinin bir özeti olduğunu
söylerler. Onlara göre "ihtiyaçlar evrim doğurmaz"; ama
"ihtiyaçlar doğal seleksiyonu belirli bir yönde yönlendirir, bu da o yönde
sonuç veren mutasyonları seçtirir." Yani, "insanımsılar ayağa
kalktı" dediklerinde, aslında "insanımsıların ayağa kalkması
avantajlı olacaktı, işte tam bu dönemde onlara isabet eden bir mutasyon
iskeletlerini dikleştirdi, dikleşenler de doğal seçilimle seçildi" demiş
olurlar.
Bir başka deyişle, "işte öylesine
hikayeler"de, hikayenin mutasyonla ilgili kısmının bilimsel açıklaması
tamamen göz ardı edilmektedir. Çünkü bu kısım ele alınıp incelendiğinde, ortaya
bilimsellikten uzak batıl bir inanç çıkacaktır.
Evrimcilerin mutasyonla ilgili "işte
öylesine hikayeleri"nde bir canlı neye ihtiyaç duyuyorsa, hangi durum onu
daha "avantajlı" hale getiriyorsa, o ihtiyacını karşılayacak, o
durumu sağlayacak bir mutasyonun mutlaka meydana geleceği varsayılmaktadır.
Üstelik bugüne kadar genetik bilgiyi
geliştiren tek bir mutasyon bile gözlemlenmemişken...
Bu senaryoya inanmak, canlılara, her
ihtiyaç duydukları şeyi sağlayan sihirli bir değneğe inanmak gibi bir şeydir.
Batıl inançtır.
Bu çok önemli gerçeği teşhis edenlerden
biri, evrim teorisine prensipte inanmasına rağmen Darwinizm'e şiddetle karşı
çıkan, Fransız Bilimler Akademisi'nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog
Pierre Grassé'dir. Grassé mutasyonlar hakkındaki garip Darwinist inancı şöyle tarif etmektedir:
Mutasyonların
havyanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak,
gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki,
tek bir hayvan, binlerce ve binlerce tam olması gerektiği şekilde faydalı
tesadüflere maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli,
inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla
gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin
içine dahil edilmemelidir.120
Kısacası Darwinizm hayal kurmaktır.
Bilimle ilgisi yoktur. Tüm dünyaya bilimsel gerçekler gibi anlatılan "işte
öylesine hikayeler"in ise, en ufak bir bilimsel dayanağı bulunmamaktadır.
Tüm bu hikayelerin ortak özelliği,
canlıların belirli bir ihtiyacının tanımlanması ve sonra da bu ihtiyacın
mutasyonlar tarafından karşılanmış olduğunun varsayılmasıdır. Söz konusu
ihtiyaç evrimciler tarafından "evrimsel baskı" olarak nitelenir.
(Örneğin savanların yüksek otları arasında ayağa kalkma ihtiyacı,
"evrimsel bir baskı"dır.)
"Gerekli mutasyonların kullanıma
hazır olduğunu varsaymak" ise, sadece Darwinizm'e körü körüne inanmakla
mümkün olabilir. Böylesine körü körüne bir dogmatizme kapılmayan herkes,
"işte öylesine hikayeler"in bilimle ilgisi olmayan uydurmalar olduğunu
görecektir.
Nitekim "işte öylesine
hikayeler"in içyüzünü artık evrimci bilim adamları da yüksek sesle ifade
etmeye başlamış durumdalar. Bunun yeni bir örneği, New York Times'da
yayınlanan tipik bir "işte öylesine hikaye" üzerine Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Antropoloji bölümü
başkanı Ian Tattersall'un yaptığı yorum oldu. New York Times'da
yayınlanan haberde, "İnsanlar evrim sürecinde neden tüylerini
yitirdiler?" diye soruluyor ve buna dair anlatılan çeşitli avantajlılık
senaryoları aktarılıyordu. Tattersall ise şöyle diyordu: "Tüy kaybının
avantajlarına dair her türden fikir mevcut, ama bunların tümü 'işte öylesine
hikayeler'."121
Ünlü Nature
dergisinin bilim editörü ve evrim konusundaki pek çok makale ve kitabın yazarı
Henry Gee, bir evrimci olmasına rağmen, bir organın kökenini onun yararlarından
bahsederek açıklamaya çalışmanın ne kadar yanlış olduğunu 1999 basımı kitabında
şöyle açıklıyordu:
... Burunlarımız gözlük taşımak için
yapılmıştır, dolayısıyla gözlüklerimiz vardır. Evet, evrimci biyologlar
herhangi bir yapıyı onun mevcut yararından söz ederek açıklamaya
çalıştıklarında bu mantığı kullanmış oluyorlar. Oysa söz konusu mevcut yarar,
bize o yapının nasıl evrildiği hatta o yapının evrimsel tarihinin onun şeklini
ve özelliklerini etkileyip etkilemediği konusunda hiçbir şey söylemez.122
Bu açıklamalar çok önemlidir. Çünkü
muhtemelen bundan sonra da başta bir kısım medya olmak üzere evrimci
kaynaklarda "işte öylesine hikayeler"e rastlayabilirsiniz. Bunların
hiçbir kanıtı olmayan içi boş masallar olduğuna dikkat etmek gerekir. Bu
hikayelerin oluşturulmasında hep aynı yöntem izlenir. Önce bir canlıya ait bir
özelliğin avantajlı yönü veya yönleri tarif edilir. Sonra bu avantajın nasıl
evrimleşmiş olabileceğine dair bir senaryo uydurulur. Elbette bu şekilde
üretilecek evrimci tezlerin pratikte bir sınırı yoktur. "Filin hortumu
yerden yiyecek toplamada avantaj sağlar o halde filin hortumu yerden yiyecek
toplamak için evrimleşmiştir" veya "zürafanın boynu yüksekteki
dallara ulaşmasını mümkün kılar o halde zürafanın boynu yüksekteki yapraklara
uzanmak için evrimleşmiştir" gibi… Bunlara inanmak, doğada canlıların her
ihtiyacını karşılayan bir "sihirli evrim değneği" olduğuna
inanmaktır. Yani hurafeye inanmaktır.
Bu hurafenin içyüzü ise her geçen gün
biraz daha ortaya çıkmaktadır.
Bölüm başından bu yana incelediklerimize
bakarak diyebiliriz ki; "Türlerin Kökeni"nin rastlantısal bir evrim
süreci olduğu iddiası, Darwin'in 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde yaptığı
yanlış çıkarımların bir sonucudur. 20. yüzyıl boyunca yapılan tüm gözlem ve
deneyler, doğada yeni türler ve daha üst kategoriler üreten bir mekanizma
olmadığını göstermiştir.
Bilim, Darwinist yanılgıyı yıkmıştır. Ve
türlerin gerçek kökeninin yaratılış olduğu, tüm canlıları üstün ilim sahibi Yüce Allah'ın yarattığı gerçeği
açığa çıkmıştır.
Bir Zamanlar At Serileri Senaryosu Vardı
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Darwin,
teorisini ortaya attığı dönemde fosil kayıtlarında teorisine destek olabilecek
ara geçiş formlarının eksikliğini görmüş, ancak bunların gelecekte bulunacağını
ummuştu. Darwin'e inanan paleontologlar, bu önemli eksikliği gidermek için
hummalı bir arayışa giriştiler. Bunun sonuçlarından biri, Kuzey Amerika
kıtasında çıkarılmış bazı fosillerin bir seri oluşturacak şekilde dizilmesi
oldu. Darwinistler, görünürde, fosil kayıtlarındaki ara geçiş formu eksikliğine
rağmen sözde istisnai bir başarı elde ettiklerini zannetmişlerdi. Serisi
oluşturulan bu canlı, attı.
Bu serinin
en önemli parçalarından biri, aslında Darwinizm'den daha önce bulunmuştu. Ünlü
İngiliz paleontolog Sir Richard Owen 1841 yılında,
küçük bir memeliye ait bir fosil bulmuş ve buna, Afrika'da yaşamakta olan Hyrax
isimli canlıya olan benzerliğinden esinlenerek, Hyracotherium adını vermişti.
Hyrax, tilki benzeri küçük bir canlıydı ve iskeleti, Owen'ın fosiliyle kafatası
ve kuyruk haricinde neredeyse tıpatıp aynıydı.
Darwinizm'e
inanan paleontologlar ise, diğer tüm fosillerde olduğu gibi, Hyracotherium'u
da evrimci bir gözle değerlendirmeye başladılar. Rus paleontolog Vladimir Kovalevsky, 1874 yılında, Hyracotherium ile
atlar arasında bir bağlantı kurmaya çalıştı. 1879 yılında ise dönemin ünlü
evrimcileri arasında iki isim, bu girişimi daha da ileri götürerek,
Darwinistlerin uzun yıllar gündemde tutacakları at serisini oluşturdular.
Amerikalı fosil araştırmacısı Othniel Charles Marsh ile Thomas Huxley
(Darwin'in buldogu olarak da tanınır), bazı toynaklı fosilleri, arka ve ön
ayaklarındaki tırnak sayılarına ve diş yapılarına göre dizerek bir şema
oluşturdular. Owen'ın Hyracotherium'u bu sırada evrim çağrıştıracak
şekilde yeniden isimlendirilmiş ve 'Şafak Atı' anlamına gelen Eohippus
adını almıştı. İddialarını şemalarıyla birlikte, American Journal of Science
isimli dergide yayınlayan ikili, bir yüzyıl boyunca müze ve ders kitaplarında Eohippus'tan
günümüz atlarına doğru sıralanan -sözde evrimin kanıtı olarak gösterilecek-
serinin temellerini atmışlardı.123 Bu serinin aşamaları
olarak gösterilen önemli kategoriler Eohippus, Orohippus, Miohippus,
Hipparion ve nihayet günümüz atı, Equus'tu.
Bu seri, sonraki
yüzyıl boyunca atın sözde evrimine kanıt olarak gösterildi. Tırnak sayısındaki
düşüş, ebatta küçükten büyüğe doğru düzenli artış, evrimcileri ikna etmeye
yetmişti. Evrimciler başka canlıların da böyle fosil serilerini
oluşturabileceklerini umdular. Bu durum birkaç on yıl devam etti, ancak
umdukları gibi sonuç çıkmadı. Başka canlıların atta olduğu gibi (görünürde)
serilerini oluşturamadılar.
Dahası at
serisi de kendi içinde çelişkiler oluşturmaya başladı. Yapılan kazılarda
rastlanan ve at serisine oturtulmaya çalışılan yeni fosiller sorun oldu. Çünkü
fosillerin yeri, yaşı, tırnak sayısı gibi özellikler birbirleriyle çelişkili
bir durum oluşturarak seriyi bozmaya başlıyordu. At serisi bu yeni bulgular
karşısında tutarsız ve anlamsız bir fosil yığınına dönüştü.
BBC televizyonu eski bilim editörü Gordon
Rattray Taylor, bu durumu şöyle ifade eder:
"Belki
de Darwinizm'in en ciddi zayıflığı, paleontologların, organizmaların ikna edici
filogenezlerini veya dizilerini büyük evrimsel değişimleri ortaya koyacak
şekilde göstermedeki başarısızlıklarıdır… At genellikle oluşturulmuş tek örnek
olarak anılır. Ancak gerçekte Eohippus'tan Equus'a olan çizgi çok
düzensizdir. Ebatlarda sürekli bir artış iddiasındadır ancak gerçek şudur ki
bazı varyantlar Eohippus'tan daha küçüktür, daha büyük değil. Farklı
kaynaklardan örnekler görünürde ikna edici bir dizi oluşturacak şekilde bir
araya getirilebilir ancak bunların zaman içinde bu şekilde gerçekten
sıralandığına dair hiçbir kanıt yoktur". 124
Taylor at
serilerinin bir kanıta dayanmadığını açıkça itiraf etmektedir. Bunu açıkça
ifade eden araştırmacılardan biri de Heribert Nilsson'dur. Nilsson bu serinin
"oldukça yapay" olduğunu yazmıştır:
Atların soy ağacı sadece ders kitaplarında
güzel ve süreklidir. Gerçekte bunu oluşturan üç parçanın sadece sonuncusunun
atları kapsadığı söylenebilir. İlk parçanın formları ancak günümüz damanlarının
(kaya porsuğu benzeri bir canlı) at olduğu kadar küçük atlardır. Atların
konstrüksiyonu oldukça yapaydır çünkü denk olmayan parçalardan meydana
getirilmiştir ve bu yüzden sürekli bir geçiş serisi oluşturamaz.125
Atın kademeli bir evrimle ortaya çıktığı
tezinin geçersizliğini artık birçok evrimci kabul etmektedir. Kasım 1980'de
Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve
kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantı yapıldı.
Toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil
kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını ve atın kademeli evrimleşmesi gibi bir
sürecin hiç yaşanmadığını şöyle anlatmıştır:
Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört
tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı
atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin
geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün
fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra
da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.126
Taylor, Nilsson ve Rensberger'in
sözlerinden de anlaşılacağı gibi atın sözde evrimine dayanak gösterilen bu seri
bilimsel kanıttan yoksun, tutarsızlıklarla dolu örneklerden ibarettir. Peki ama
at serisi kanıta dayanmıyorsa neye dayanmaktadır? Bunun cevabı açıktır.
Darwinizm'in diğer tüm senaryolarında olduğu gibi, atın evrimi senaryosu da
hayalgücüne dayandırılmış, evrimciler buldukları bazı fosilleri kendi
önyargılarına uygun şekilde dizerek, topluma bunların sözde birbirinden
evrimleşen canlılar olduğu izlenimini vermişlerdir.
At
serisinin mimarı denebilecek kişi olan Marsh'ın, bu izlenimi oluşturmadaki rolü
tartışılmazdır. Marsh'ın "tekniği" neredeyse yüzyıl sonra evrimci
Robert Milner'ın şu kelimelerinde ortaya çıkmaktadır: "...Marsh,
fosillerini günümüz at türüne ulaşacak şekilde 'sıraladı'. Bunu yaparken
kendinden memnun bir şekilde çok sayıda tutarsızlığı ve aykırı kanıtı göz ardı
etti."127
Kısacası
Marsh kendi zihninde bir senaryo oluşturmuş ve sonra, sanki bir alet
çantasındaki tornavidaları boylarına göre dizermişçesine, fosilleri bu
senaryoya göre dizmişti. Oysa beklenenin aksine, yeni fosiller, Marsh'ın
senaryosunu karmaşık bir hale soktu. Ekolog Garret Hardin'in ifadesiyle:
"Bir zamanlar atların mevcut
fosillerinin küçükten büyüğe uzanan, doğrusal bir evrim çizgisi izlenimi
oluşturduğu bir dönem vardı… Daha fazla fosil ortaya çıkarıldıkça ... doğrusal
bir çizgide evrimin olmadığı açıkça ortaya çıktı"128
Fosiller bir türlü Darwin'in öngördüğü
kademeli gelişimi gösterecek şekilde düzenlenemedi. Evrimci Francis Hitching bu
durumu şöyle belirtir:
"Bütün muhtemel fosiller dahil edilse
bile, atların büyüklüğünde genustan genusa, herhangi geçiş formu olmaksızın,
büyük sıçramalar olduğu görülmektedir" 129
Günümüzde at serisi evrimciler açısından
tamamen umutsuz denebilecek bir durumdadır. Çünkü atın sözde evrimsel
atalarının aynı dönemde, hatta yanyana yaşadığı ortaya çıkmış, böylece doğrusal
ata-soy ilişkisiyle açıklanması mümkün olmayan bir durum söz konusu olmuştur.
Ayrıca atların diş ve kemik yapılarında bu seriyi geçersiz kılan birçok özellik
belirlenmiştir. Tüm bunların ortaya koyduğu açık bir gerçek vardır. At serisine
oturtulan canlılar arasında evrimsel bir ilişki bulunmamaktadır. Bu türler de,
diğer tüm canlılarda olduğu gibi, fosil tabakalarından aniden ortaya
çıkmaktadır. Nitekim evrimciler de tüm çabalarına rağmen bu türler arasında
geçişsel özellikler gösterememişlerdir. Kesin olan gerçek, at serisinin bir
hurafeden ibaret olduğudur. Şimdi Darwinistlerin bir dönem ısrarla öne
sürdükleri at serisiyle ilgili tutarsızlıklara daha yakından bir göz atalım.
At Serilerindeki Tutarsızlıklar
ve Evrimcilerin İtirafları
Evrimcilerin müze ve ders kitaplarında
yansıtılan tablonun aksine, at serisi birçok kriter açısından tutarsızdır.
Öncelikle evrimciler, serinin başlangıcı olduğu ileri sürülen Eohippus
(veya diğer adıyla Hyracotherium)'un, toynaklıların sözde atası
kandilartlarla (condylarth) arasında hiçbir bağlantı kuramamaktadırlar.130
Daha sonra
at serileri içindeki tutarsızlıklar gelir. Bu seriye dahil edilen canlıların
bazılarının, birarada yaşadığı ortaya çıkmıştır. Bununla
ilgili çarpıcı bir haber, National Geographic dergisinin Ocak 1981
sayısında yayınlanmıştı.
Habere
göre araştırmacılar, ABD'nin Nebraska eyaletinde, bir volkan patlaması sonucu
aniden lav altında kalmış ve iskeletleri günümüze kadar korunmuş binlerce canlının
fosillerini ele geçirmişlerdi. Fosillerin yaşı 10 milyon yıldı. National
Geographic'te yayınlanan bu haber, atın evrimi senaryolarıyla ilgili
çarpıcı bir belge oluşturuyordu. Çünkü resimleri yayınlanan bu canlılar
arasında üç tırnaklı ve tek tırnaklı atların birarada bulunduğu görülüyordu.131 Bu bulgu at serisindeki fosillerin
birbirlerinden evrimleştiği iddiasının çarpıklığını ortaya çıkarıyordu. Aynı
dönemde ve aynı coğrafyada yaşamış bu canlılar hem evrim kanıtı olabilecek
hiçbir geçiş göstermiyor, hem de evrimsel ata-torun gibi gösterilen canlıların
gerçekte aynı dönemde yaşadığını ortaya koyuyordu. Bu keşif, evrimcilerin
yıllarca ders kitaplarında ve müzelerde propagandasını yaptıkları at serisinin
tamamen hayalgücü ve önyargılara göre oluşturulduğunun yeni bir göstergesiydi.
Darwinizm
adına daha da büyük bir tutarsızlık, Mesohippus ve sözde atası arasında
da mevcuttur. 1999 yılında yayınladığı Icons of Evolution (Evrimin
İkonları) isimli kitabıyla Darwinizm'e getirdiği eleştirilerle tanınan Jonathan
Wells, Miohippus'un fosil kayıtlarında gerçekte Mesohippus'tan
önce ortaya çıktığı halde ondan sonra da türünü devam ettirdiğini yazar.132
İlginç bir şekilde, bizzat O. C. Marsh'ın
kendisi, o dönemde Güneybatı Amerika'da yaşayan üç tırnaklı atların varlığından
söz etmiş ve bunların bu açıdan soyu tükenmiş Protohippus'a
benzediklerini yazmıştır.133
At
serisinin çarpıklıkları, sözde evrimsel ata ile soyu olarak gösterilen türün,
aynı zamanda ve coğrafyada bulunmasıyla sınırlı değildir. Dünya üzerinde atların
evrimsel bir süreçte ortaya çıktığını tek başına gösterebilecek tek bir bölge
bulunmamaktadır. Fosil parçaları çeşitli kıtalardan evrimci önyargılara uygun
şekilde bir araya getirilmiş, bunlar daha sonra evrimci iddiaları desteklemede
kullanılmıştır. Oysa bu, objektif bilimle bağdaşan bir tutum değildir.
Evrimciler
at serisini oluştururken tırnak sayısı ve ebatın yanısıra diş yapısına da
dayanmış, ama bu argüman aleyhlerine dönmüştür: At serisindeki sıralamada,
atların sözde evrimsel atalarının, çalılarla beslenmeden otla beslenmeye
geçtiği, dişlerinin de bu değişime uygun şekilde evrimleştiği iddia edilmiştir.
Oysa evrimci paleontolog Bruce MacFadden'in 6 at türüne ait, 5 milyon yıllık
dişler üzerinde yaptığı çalışmalar, at serisindeki canlıların dişlerinde
doğrusal bir değişim olmadığını göstermiştir.134
Diğer yandan atların kaburga ve bel
omurlarında bulunan kemiklerinin sayısında inişli çıkışlı bir durum, yani tam
bir "evrimsizlik" görülür. Örneğin sözde evrimsel at serilerinde,
kaburga kemikleri önce 15'ten 19'a yükselmekte daha sonra 18'e inmektedir. Bel
omurları da sözde atalarda önce 6'dan 8'e çıkmakta, sonra yine 6'ya
düşmektedir. Günümüz atlarının kaburga kemiklerinde de farklılıkların bulunduğu
bilinmektedir. Ancak gerek günümüz atlarında gerek sözde evrimsel atalarında
görülen bu durumun evrimsel bir sürece oturtulması imkansızdır. Çünkü söz
konusu yapılar canlının hareketlerini, hatta yaşamını etkileyebilecek kritik
yapılardır. Mantıksal açıdan, böyle hayati yapıların rastlantısal aşamalarla
artıp azaldığı bir süreci yaşayan bir türün, soyunu sürdüremeyeceği açıktır.
At serisiyle ilgili son bir tutarsızlık,
boyutta küçükten büyüğe doğru görülen artışın evrimsel bir kazanım olarak
yorumlanmasıdır. Günümüz atlarının boyutlarına genel olarak göz atıldığında bu
evrimci yorumun anlamsızlığı kolaylıkla anlaşılır. Günümüz atlarının en büyüğü
Clydesdale, en küçüğü Fallabella'dır. Fallabella'nın yerden yüksekliği sadece
43 santimetre kadardır.135
Günümüzde yaşayan atların boyutları
arasında böyle büyük farklılıklar bulunmasına karşın, evrimcilerin geçmişteki
at cinslerini salt boyutlarına göre evrimsel sıralamaya dizmeye kalkmaları
elbette saçmadır.
Kısacası at serisinin önyargıya dayalı bir
evrim masalı olduğu tamamen ortaya çıkmıştır. Bunu açıkça ortaya koymak ise
Darwinizm'in çöküşünün sessiz tanıklarına, yani evrimci paleontologlara düştü.
Onlar, evrim teorisinin gerektirdiği ara formların fosil tabakalarında var
olmadığını Darwin zamanından bu yana biliyorlardı. Ernst Mayr, 2001 yılında, "paleontologları
belki de hiçbir şey fosil kayıtlarındaki boşluklar kadar etkilememiştir"
derken,136 paleontologlar arasında Darwin'in öngördüğü sayısız ara formundan
çoktan umut kesildiğini ifade ediyordu. Belki de bu yüzden at serisi diğer
evrimciler tarafından heyecanla savunulduğu halde paleontologlar bu serinin
geçersizliğini on yıllarca önce konuşmaya başladılar. Örneğin David Raup'un
1979'daki şu sözleri at serisinin tamamen anlamsız ve geçersiz olduğunu
gösteriyordu:
Evrim kaydı
hala şaşırtıcı bir şekilde boşlukları izleyen sıçramalarla doludur ve ilginç
bir şekilde, şu anda Darwin'in zamanında olduğundan daha az sayıda geçiş formu
örneklerine sahibiz. Şunu demek istiyorum ki, fosil kayıtlarında Darwinci
değişimin klasik örnekleri, örneğin atın Kuzey Amerika'daki evrimi, elimizdeki
bilgiler arttıkça değiştirilmek veya çöpe atılmak zorunda kalmıştır. Elimizde
nispeten az veri olduğu dönemlerde güzel bir gelişme gibi görünen şey artık çok
daha kompleks ve çok daha az yavaş-gelişimseldir. Yani Darwin'in problemi
hafiflememiştir.137
Dünyanın
en ünlü müzelerinden biri olan Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden evrimci
paleontolog Dr. Niles Eldredge, bizzat kendi müzesinde sergilenmekte olan at
serileriyle ilgili evrimci iddiaların sadece hayalgücüne dayandığını yaklaşık
20 yıl önce kabul etmişti. Eldredge, bu spekülatif serinin, ders kitaplarına
girecek şekilde bilimsel bir gerçek olarak
gösterilmesini de eleştirmişti:
İtiraf
ediyorum ki ders kitaplarına rahatsız edici miktarda fazla şey sanki gerçekmiş
gibi girdi. Mesela bunun en ünlü örneği, 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala
alt katta sergilenmekte olan atın evrimi sergisidir. Bu, sayısız ders kitabında
tartışmasız gerçek gibi gösterilmiştir. Ben şimdi bunu esef verici buluyorum
çünkü, bu tür hikayeleri ortaya atan insanların, bunların [fosillerin] bir
bölümünün spekülatif doğasından, bizzat kendilerinin haberdar olduğunu
düşünüyorum.138
Tüm bu
uzmanların sözleri at serisiyle ilgili iddiaların çürüklüğünü açıkça ortaya
koymaktadır. Oysa günümüzde bile at serisi hala dünyanın dört bir yanında
müzelerde insanlara gösterilmekte ve kendilerine atın evrimle ortaya çıkmış bir
tür olduğu masalı anlatılmaktadır. Ancak ne ilginçtir ki, bilimi halka tanıtmak
ve sevdirmek amacıyla oluşturulan bu binalarda sergilenen şey, gerçekte bilim
tarihinin en büyük yanılgılarından biridir. Bu insanların baktıkları şey
aslında on yıllarca önce yıkılmış bir Darwinizm hurafesinin sembolünden başka
birşey değildir.
Atın Bacaklarıyla İlgili
Körelme İddiaları ve Gerçekler
Atın tırnaklarının zamanla azaldığını
iddia eden evrimciler, günümüz atının bacaklarında görülen kıymık kemiklerini
bu iddialarına dayanak olarak göstermektedirler. Buna göre sözde evrimsel
süreçte üç adet olan tırnak, çekilerek günümüz atının bacağındaki kıymık
kemiklerini oluşturmuşlardır. Oysa kıymık kemikleri, evrimcilerin iddia ettiği
gibi körelmiş bir organ değildir. Kıymık kemiklerinin bacak kemiğini
sağlamlaştırarak hızlı koşu sırasında artan basıncı azaltmada rol oynadığı
bilinmektedir. Ayrıca çeşitli kaslar buraya tutunmaktadır. Diğer yandan, at
yürürken ağırlığını karşılayan, hayati önemdeki elastik bir kuşak şeklindeki
anatomik bağı koruyan, bir oluk oluşturmaktadır.139
Atların
bacağı mükemmel bir yaratılış delilidir. Fransız Bilimler Akademisi Eski
Başkanı Pierre-Paul Grassé, at toynağındaki üstün özellikleri biraz teknik bir
dille anlattıktan sonra, bunun rastlantısal bir süreçte sağlanamayacak bir
süreklilik gösterdiğini belirtmiştir. Buna göre atın bacağındaki eklemlerin
oluşumunda, basınç azaltıcı yastıklarda, hareketi kolaylaştıran yağlarda,
anatomik bağlarda ve kemiklerin yapısında üstün bir yapı göze çarpmaktadır:
[At
toynağı], üçüncü parmak kemiğini koruyacak şekilde bacağa tutturulmuş vaziyette
bulunur ve kimi zaman ağırlığı bir tonu geçen basınçları kauçuk ya da yaya sahip olmaksızın
azaltabilir. Bu sadece tesadüfle ortaya çıkmış olamaz: toynak yakından
incelendiğinde birçok organik yenilik ve uyumu birarada barındırdığı görülür.
Boynuzumsu maddeden yapılmış olan yüzey, yani dik keratofil lamina, keratojen tabakanın
podofil laminasıyla birleşir. Kemiklerin sıralı uzunlukları, bunların eklem
oluşturacak şekilde biraraya getirilişi, eklemsel yüzeylerin kıvrım ve
şekilleri, kemiklerin yapıları (kemikli tabakaların yönelimi ve ayarlanması);
anatomik bağların, muhafazalı ve kaygan tendonların, tampon yastıkların, sandal
kemiğinin, yağlayıcı serom sıvısına sahip sinoviyal zarların varlığı… Bunların
tümünün inşasında, özde kaotik ve eksik
olan rastgele olayların üretip muhafaza edemeyeceği bir süreklilik görülür.
Bu tanımda, uyumların çok daha etkileyici olduğu genel
yapının detaylarına da girmiyorum; bunlar tek toynaklı bacaklardaki hızlı
hareketin mekaniğinde ortaya çıkacak problemlere çözümler sağlar.140
Grassé'nin bu ifadeleri atın bacağının ne
kadar mükemmel bir yapıya sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ancak atın
bacak yapısı hakkında bilinenler, Grassé'nin dönemindekilerle sınırlı değildir.
Yakın dönemde atın bacağı üzerinde yapılan çalışmalardan biri özellikle dikkat
çekicidir.
Florida Üniversitesi'nden araştırmacılar,
2002 yılında gerçekleştirdikleri bir çalışmada, atların bacağındaki bir kemikte
(üçüncü metakarp kemiği) son derece özel bir yapı olduğunu keşfetmişlerdir.
Buna göre, yaklaşık 25 cm. boyundaki kemik üzerinde yer alan ve kan
damarlarının geçişini sağlayan, fasulye büyüklüğünde bir delik, basıncı özel
olarak uzaklaştıracak şekilde ayarlanmıştır. Laboratuvar testlerinde yapay
yollardan defalarca kemiği kırma girişiminde bulunan bilim adamları, tek bir
denemede dahi kemiğin –normalde olması gerektiği gibi- delikten kırılmadığını
gördüler. Delik civarında kemik öyle bir ayarlamaya sahipti ki, basıncı geniş
bir yüzeye dağıtıyor, atın bacağının bu noktadan kırılmasını engelliyordu. Bu
yapı o kadar beğeni topladı ki bir uçak mühendisi olan Doç. Dr. Andrew Rapoff,
bunu uçak gövdelerinde kablo geçişlerinin sağlandığı deliklerde taklit
edebilmek amacıyla NASA'dan finansman sağladı ve bu yönde çalışmalara başladı.141
Görüldüğü gibi atın bacağında, dünyanın en
ileri teknolojilerine sahip mühendislerin normalde akıllarına gelmeyen, uçak
sanayinde taklit edilebilecek nitelikte özellikler vardır. Grassé'nin de
belirttiği gibi böyle özel yapıların rastlantıya dayalı bir açıklaması mümkün
değildir. Açık olan gerçek, atın bacağında tesadüflerle meydana gelemeyecek
üstün özelliklerin görüldüğü, yani atın tüm özellikleriyle Yüce Allah'ın
yarattığı üstün bir yaratılış harikası olduğudur. Sonuçta, 20. yüzyıl boyunca
pek çok evrimci kaynakta çok önemli bir delil gibi gösterilen "at
serileri" bugün çökmüş durumdadır. Atlar, hiçbir "evrim"
sergilemedikleri gibi, sahip oldukları kompleks anatomileriyle, yaratılış
gerçeğinin önemli bir örneğini oluşturmaktadırlar.
Darwinizm'in "atın evrimi"
masalı da, diğerleri gibi, çürümüştür.
Bir Zamanlar "Biberli Kelebekler"
Hikayesi Vardı
Biston betularia, belki de tüm havyvanlar aleminin en ünlü türlerinden biridir. Geometridae
ailesine bağlı olan bu kelebek türü, ününü, Darwin'den bu yana evrim teorisinin
en önde gelen sözde "gözlemlenmiş örneği" olmasına borçludur.
Biston betularia'nın bilinen iki ayrı varyantı vardır. Yaygın olan açık renkli
varyant, yani Biston betularia f. typica, kremsi bir renktedir ve
üzerinde koyu renkli küçük lekeler barındırır. Bu koyu renkli lekeler nedeniyle
de kelebek, halk arasında "biberli kelebek" (peppered moth) olarak
bilinir. 19. yüzyılın ortalarında ise, kelebeğin ikinci varyantı gözlemcilerin
dikkatini çekmeye başlar. Bu varyant tümüyle koyu renklidir ve bu siyaha yakın
rengi nedeniyle de Biston betularia carbonaria olarak adlandırılmıştır. Carbonaria,
koyu rengi ifade etmektedir. Aynı form, "koyu renkli" anlamına gelen
"melanik" kelimesiyle de ifade edilir.
19. yüzyıl İngilteresi'nde söz konusu koyu
form giderek yaygınlaşır. Bu yaygınlaşmaya "melanizm" adı verilir. Ve
buna dayanarak da, Darwinistler, en az yüzyıl boyunca büyük bir ısrarla
kullanacakları bir hikaye yazarlar. Bu hikaye sözde tüm zamanların en ünlü
"evrim kanıtı" olarak kayda geçer. Biyoloji kitaplarının hemen
hepsinde, ansiklopedik kaynaklarda, Darwinizm'le ilgili medya yayınlarında,
müzelerde, belgesel filmlerde hep bu hikaye anlatılır.
Hikayenin özeti şudur: İngiltere'de
endüstri devriminin başladığı sıralarda, Manchester ve diğer endüstri ağırlıklı
bölgelerdeki ağaçların kabukları açık renklidir. Bu nedenle bu ağaçların üzerlerine
konan koyu renkli (melanic) güve kelebekleri, bunlarla beslenen kuşlar
tarafından kolayca fark edilirler ve dolayısıyla yaşama imkanları çok
azdır. Fakat elli yıl sonra endüstri
kirliliğinin sonucunda ağaçların üzerindeki açık renkli likenlerin (bir tür
yosun) ölmesiyle ve bir taraftan da ağaç gövdelerinin islenmesiyle birlikte
kabuklar koyulaşır. Bu kez de açık renkli güveler kuşlar tarafından sık olarak
avlanmaya başlarlar. Sonuçta açık renkli kelebekler sayıca azalırken, koyu
renkli melanik formlar ağaçlar üzerinde fark edilip yem olmadıkları için
çoğalırlar.
Evrimciler ise, bu sürecin teorilerinin
büyük bir delili olduğu, açık renkli kelebeklerin zamanla koyu renkli
kelebeklere dönüşüp evrimleştikleri gibi bir göz boyamaya başvururlar. Darwinist
kaynaklarda anlatılan klasik hikayeye göre bu bir "iş başındaki
evrim" (evolution in action) durumudur.
Oysa bu klasik Darwinist hikaye de,
diğerleri gibi, günümüzde çürümüş durumdadır.
Bunu görmek için, hikayenin gelişimine
bakmak gerekir.
Kettlewell'in "Yapıştırma"
Kelebekleri
Biberli kelebeklerin koyu renkli (melanik)
formunun İngiltere'deki Sanayi Devrimi nedeniyle ortaya çıktığı ve çoğaldığı
tezi, henüz Darwin hayatta iken dile getirilmeye başlanmıştı. Hikaye 20.
yüzyılın ilk yarısında da sadece bir yorum olarak gündemde kaldı. Çünkü ortada
hikayeyi doğrulayacak bilimsel bir deney ve gözlem yoktu. Darwinist bir tıp
doktoru ve amatör bir biyolog olan H.B.D. Kettlewell, işte bu açığı gidermek
için 1953 yılında bir dizi deney yapmaya karar verdi. İngiltere'nin kırlarına
giderek, biberli kelebeklerin yaşam alanlarında gözlemler ve deneyler yaptı.
Kettlewell eşit sayıda açık renkli ve melanik kelebeği ağaçlıklı bölgelere
saldı ve hangilerinin kuşlar tarafından daha çok avlandığını gözledi. Açık
renkli likenlerin bulunduğu ağaçların üzerinde, koyu renklilerin çok
avlandığını tespit etti.
Kettlewell bu hikayeyi, 1959 yılında, koyu
Darwinist Scientific American dergisinde yayınlanan "Darwin's
Missing Evidence" (Darwin'in Kayıp Kanıtı) başlıklı bir makaleyle dünyaya
duyurdu. Makale, Darwinizm dünyasında büyük heyecan yarattı. Darwinist
biyologlar, sözde, "iş başındaki evrim"i kanıtladığı için
Kettlewell'i tebrik ettiler. Kettlewell'in kelebekleri ağaç gövdeleri üzerinde
gösteren fotoğrafları her yerde yayınlandı. 1960'lara gelindiğinde,
(Kettlewell'in hikayesi) bütün ders kitaplarında yerini almıştı, dört on yıl
boyunca biyoloji öğrencilerinin zihinlerine etki edecekti.142
Bu ünlü hikayedeki garipliklerin ilk fark
edilişi, 1985 yılında oldu. Craig Holdrege isimli genç bir Amerikalı biyoloji
öğretmeni, yıllardır öğrencilerine öğrettiği biberli kelebekler hikayesini
biraz daha araştırmaya karar vermişti. Araştırması sırasında, Kettlewell'in çok
yakın arkadaşı olan ve onun deneylerine katılan Sir Cyril Clarke'ın notlarında
ilginç bir ifadeye rastladı. Şöyle diyordu Clarke: "Gözlemlediğimiz tek
şey, kelebeklerin günü nerede geçirmedikleri
oldu. 25 yıl içinde, ağaç gövdelerinde veya bizim kurduğumuz tuzakların
yanındaki duvarlarda sadece iki tane Betularia bulabildik."143
Bu çok çarpıcı bir itiraftı. Atlantic
Monthly, New York Times Book Review gibi dergilerde yazarlık yapan
Amerikalı gazeteci Judith Hooper, biberli kelebekler efsanesini konu alan 2002
basımı Of Moths and Men: The Untold Story of Science and The Peppered Moth
(Kelebekler ve İnsanlar: Biberli Kelebeklerin ve Bilimin Anlatılmamış Hikayesi)
adlı kitabında, Holdrege'in tepkisini şöyle anlatıyor:
Holdrege "neler dönüyor burada"
diye kendine sordu. Uzun zamandır, öğrencilerine ağaç gövdelerine konmuş kelebeklerin
fotoğraflarını gösteriyor ve kuşların daha görünür olanları seçip avladığını
anlatıyordu.... "Ama şimdi bu kelebeği 25 yıl boyunca araştırmış birisi,
bunları ağaç gövdesine konmuş halde sadece iki kez gördüğünü
bildiriyordu." Likenlere, ise, kamuflaja, kuşlara ne olmuştu? Endüstriyel
melanizmin büyük hikayesine ne olmuştu? Bu hikaye, kelebeklerin hep ağaçların
gövdelerine konduğu anlatımına dayanmıyor muydu?144
Holdrege'in ilk kez fark ettiği ve dile
getirdiği bu gariplik, kısa sürede biberli kelebekler efsanesinin içyüzünü
ortaya çıkardı. Judith Hooper'ın ifadesiyle, "ortaya çıktı ki, bu ikondaki
(sanayi kelebekleri hikayesindeki) çatlakları fark eden tek kişi Holdrege
değildi. Çok geçmeden, biberli kelebekler hararetli bir bilimsel tartışmayı
alevlendirdi."
Peki bilimsel tartışmada ortaya çıkan
gerçekler nelerdi?
Bu konuyu detaylı olarak açıklayan bir
diğer Amerikalı yazar, biyolog Jonathan Wells'tir. Wells, Icons of Evolution
adlı kitabında, bu hikayeye özel bir bölüm ayırır. Kitapta, hikayenin "deneysel
kanıtı" olarak bilinen Bernard Kettlewell'in çalışmasının, aslında bir
bilimsel skandal niteliğinde olduğu anlatılmaktadır. Bu skandalın bazı temel
unsurları şöyle sıralanabilir:
u Kettlewell'in
deneylerinden daha sonra yapılan birçok araştırma, söz konusu kelebeklerin
sadece bir tipinin ağaç gövdesine konduğunu, diğer tüm tiplerin, yatay dalların
alt kısımlarını tercih ettiğini ortaya koydu. 1980'li yıllardan itibaren,
kelebeklerin ağaç gövdelerine çok çok nadir olarak konduğu herkesçe kabul gördü.
Bu konuda 25 yıllık bir çalışma yapan Cyril Clarke ve Rory Howlett, Michael
Majerus, Tony Liebert, Paul Brakefield gibi birçok bilim adamı,
"Kettlewell'in deneyinde kelebeklerin doğal davranışları dışında
davranmaya zorlandıklarını, deney sonuçlarının bu yüzden bilimsel kabul
edilemeyeceğini" bildirdiler.
u Kettlewell'in
deneyini inceleyen araştırmacılar daha
da çarpıcı bir sonuçla karşılaştılar: İngiltere'nin kirliliğe uğramamış
bölgelerinde açık renkli kelebeklerin daha fazla olması beklenirken, koyuların
oranı açık renklilerden dört kat fazlaydı. Yani Kettlewell'in iddia ettiği ve
hemen her evrimci kaynakta tekrarlandığı gibi, kelebek nüfusundaki oranla, ağaç
kabukları arasında bir ilişki yoktu.
u İşin aslı
araştırıldıkça, skandalın boyutları büyüdü: Kettlewell tarafından fotoğrafları
çekilen "ağaç kabuğu üzerindeki güve kelebekleri", aslında ölü
kelebeklerdi. Kettlewell bu ölü canlıları iğne ve tutkal ile ağaca tutturmuş ve
öyle görüntülemişti. Gerçekte kelebekler ağaç gövdesine değil dalların alt
kısmına kondukları için, böyle bir resim elde etme imkanı pek yoktu.145
Bu gerçekler 90'lı yılların sonlarında
bilim dünyası tarafından öğrenilebildi. On yıllardır biyoloji derslerinin en
büyük evrim malzemesi olan Sanayi Kebelekleri efsanesinin bu şekilde çökmesi,
evrimciler arasında düş kırıklığı yarattı. Bunlardan biri olan Jerry Coyne
benekli kelebekler konusundaki sahtekarlığı öğrendiğinde büyük bir üzüntü
duyduğunu belirtmektedir.146
Masalın Yükselişi ve Çöküşü
Peki bu hikaye nasıl uydurulmuştu? Judith
Hooper, Kettlewell'in ve onunla birlikte biberli kelebeklerin evrimi hikayesini
üreten diğer Darwinistlerin, Darwinizm'e kanıt bulmak -ve böylece ünlü olmak-
motivasyonu içinde kanıtları çarpıttıklarını ve "kendi kendilerini
kandırdıklarını" şöyle açıklar:
Önemli entelektüel bir argüman olabilecek
kanıtları hayal ettiler, ama bunun merkezinde çarpıtılmış bilim, güvenilmez
metodoloji ve önyargılı düşünce yatıyordu. Kelebeklerin etrafında, çağımızın en
ünlü evrimci biyologlarının insani tutkuları ve kendi-kendini kandırmaları ile
dolu bir küme birikmişti.147
Hikayenin çöküşündeki en önemli
etkenlerden biri de, Kettlewell'in deneylerinin çarpıtıldığının anlaşılmasından
sonra, diğer bazı bilim adamlarının aynı konu üzerinde yaptıkları deneyler
oldu. Biberli kelebekler hikayesini son dönemde inceleyen ve geçersizliğini
kabul eden evrimci biyologlardan biri, College of William and Mary
Üniversitesi'nden Bruce Grant'ti. Judith Hooper, Grant'in Kettlewell'in
deneylerini tekrarlayan bilim adamlarının vardıkları sonuç hakkındaki yorumunu
şöyle aktarmaktadır:
Kettlewell'in (kelebekler hakkındaki)
baskınlık çalışmaları hakkında "böyle bir şey gerçekleşmiyor" diyor
Bruce Grant. "David West denedi. Cyril Clarke denedi. Ben denedim. Herkes
denedi. Hiç kimse bir sonuç elde edemedi." (Ağaç gövdelerindeki) Arka plan
uyumu deneyleri içinse, Mikkola, Grant ve Sargent Kettlewell'in deneylerini
tekrar ettiler ve onunkine zıt sonuçlara ulaştılar. "Kettlewell'i bir
sahtekar olarak tanımlamamak için dikkat ediyorum" diyor Bruce Grant,
"ama çok dikkatsiz bir bilim adamıydı."148
Biberli kelebekler hakkındaki evrimci
hikayenin tümüyle yanlış olduğunu gösteren bir diğer kanıt ise, Biston
betularia'nın Kuzey Amerika'daki popülasyonlarıdır. Bu konudaki evrimci
tez, Sanayi Devrimi'nden kaynaklanan hava kirliliğinin kelebek popülasyonlarını
koyulaştırdığı yönündeydi. Kettlewell'in İngiltere'deki sözde "gözlem ve
deneyleri" de bunun kanıtı olarak yorumlanmıştı. Oysa aynı kelebekler
Kuzey Amerika'da da yaşamaktadır ve Sanayi Devrimi'nin hava kirliliği burada da
yaşanmasına rağmen hiçbir "melanizm" görülmemiştir. Judith Hooper bu
durumu, konuyu inceleyen Amerikalı bilim adamı Theodore David Sargent'ın
bulgularına atıfta bulunarak şöyle açıklar:
(Evrimciler)... aynı zamanda, koyu renkli
ağaç gövdeleri, likenler, hava kirliliği ve diğer konular hakkındaki klasik
hikayeye karşı kayda değer sorunlar oluşturan Kuzey Amerika kıtası meselelerini
de görmezden geldiler. Melanik formlar, Maine (eyaleti)nde, güney Kanada'da,
Pittsburgh'da ve New York civarında da yaygındırlar... Sargent'ın görüşüne
göre, Kuzey Amerika'daki durum, klasik endüstri melanizmi hipotezini
çürütmektedir. Bu hipotez, endüstri (hava kirliliği, koyulaşan yüzeyler) ve
melanizmin çoğalması arasında güçlü bir doğrusal ilişki olduğunu öngörmektedir.
"Ama bu doğru değildi" diyor Sargent, "ne Denis Owen'in orijinal
araştırmalarında ne de o zamandan bu yana herhangi bir kimse tarafından böyle
bir ilişki bulunmamıştır."149
Tüm bu gerçeklerin ortaya çıkmasıyla
birlikte, "Darwin'in kayıp kanıtı" olarak gösterilen biberli
kelebekler hikayesinin dev bir aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır. On
yıllardır, dünyanın dörtbir yanında yüz milyonlarca insan, ağaç kabuklarına
iğnelenmiş birkaç ölü kelebeğin fotoğrafı ve sürekli tekrarlanan köhne bir hikaye
ile yanlış bilgilendirilmiştir. Gerçekte Darwin'in ihtiyaç duyduğu kanıtlar
hala kayıptır; çünkü böyle bir kanıt yoktur.
Londra'da yayınlanan The Daily
Telegraph gazetesinde 1999 yılında yayınlanan bir makale, biberli
kelebekler efsanesinin sonunun nasıl geldiğini şöyle özetlemektedir:
Evrim uzmanları, Charles Darwin'in teorisi
hakkındaki en gözde örneklerinin, yani biberli kelebeklerin yükseliş ve
çöküşünün, bir dizi bilim sahtekarlığına dayandığını sessizce itiraf ediyorlar.
1950'lerde bu kelebek üzerinde yapılan ve uzun zamandır doğal seleksiyon
gerçeğini ispatladığı düşünülen deneylerin artık değersiz oldukları, çünkü
"doğru" (istenen) cevabı vermek üzere dizayn edildikleri düşünülüyor.
Bilim adamları şimdi hikayesi neredeyse evrim hakkındaki tüm ders kitaplarında
anlatılan Biston betularia'nın tarihçesinin gerçek açıklamasını
bilmediklerini itiraf ediyorlar.150
Kısacası bir zamanlar pek çok evrimcinin
büyük bir hararetle savunduğu "sanayi melanizmi" efsanesi de, diğer
sözde evrim kanıtları gibi, çürümüş oldu.
Bir zamanlar, bilgi eksikliği sebebiyle ve
tutuculuktan ötürü, bilim dünyası biberli kelebeklerin evrimi gibi masallara
kanabiliyordu.
Ama artık bu gibi Darwinist efsanelerin
tümü çöktü.
Yakın Zamana Kadar "Dinokuş Masalları"
Vardı
Kuş tüylerine sahip dinozorlar veya diğer
bir isimle hayali "dino-kuşlar", geçtiğimiz 10 yıl içinde Darwinist
medyanın en gözde propaganda malzemelerinden biri oldu. Birbiri ardına
manşetlere "dino-kuş" haberleri, çizilen rekonstrüksiyonlar ve
evrimci "uzman"ların yaptıkları iddialı açıklamalar, geçmişte yarı
kuş yarı dinozor canlıların yaşadığı konusunda pek çok insanı ikna etti.
Bu teorinin en son ve en detaylı
savunuluşu ise, Scientific American dergisinin, Mart 2003 sayısında ünlü
ornitologlar (kuşbilimciler) Richard O. Prum ve Alan Brush tarafından kaleme
alınan "Kuş Tüyü mü Kuş mu? Hangisi Önce Geldi?" (The Feather or The
Bird? Which Came First?) başlıklı bir makalede ortaya kondu. Prum ve Brush, o
kadar iddialıydılar ki, kuşların kökeni hakkında evrimciler arasında süregelen
tartışmayı artık noktaladıklarını düşünüyor, bulguların sözde "çarpıcı bir
sonuç" ortaya koyduğunu ileri sürüyorlardı. Buna göre, "kuş tüyleri,
kuşların ortaya çıkmasından önce, dinozorlarda evrimleşmişti." Prum ve Brush
kuş tüylerinin uçuş değil, "insülasyon, su yalıtımı, karşı cinsi
cezbetmek, kamuflaj ve savunma" gibi amaçlar için evrimleştiğini, en son
olarak uçuş için kullanıldığını öne sürüyorlardı.
Ancak bu tez gerçekte bilimsel kanıtlardan
yoksun bir spekülasyondan ibaretti. Prum ve Brush tarafından geliştirilen ve Scientific
American dergisi tarafından sahiplenilen yeni tez, son birkaç on yıldır bir
furya halinde, gözü kapalı bir fanatizmle savunulan "kuşlar
dinozordur" teorisinin yeni ama içi boş bir versiyonundan başka bir şey değildi.
Ve gerçekte, evrimin diğer ikonları gibi, o da çürüktü.
Bu konuda görüşlerine başvurulabilecek bir
kişi de Kuzey Carolina Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nden Alan Feduccia'dır. Dr.
Feduccia, kuşların kökeni konusunda dünyanın en bilinen otoritelerinden
biridir. Dr. Feduccia evrim teorisini kabul etmekte ve kuşların evrimle ortaya
çıktıklarına inanmaktadır.
Ancak onu Prum ve Brush gibi "dino-kuş" taraftarlarından ayıran yön,
evrim teorisinin bu konuda içinde bulunduğu belirsizliği kabul etmesi ve kasıtlı
olarak sürdürülen gerçekte ise hiçbir dayanağı olmayan "dino-kuş"
furyasına itibar etmemesidir.
Alan Feduccia'nın The American
Ornithologists' Union (Amerikan Ornitologlar Birliği) tarafından yayınlanan ve
ornitolojinin en teknik tartışmalarına zemin olan The Auk dergisi için
kaleme aldığı, Ekim 2002 tarihli "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a
Complex Problem" (Kuşlar Dinozordur: Kompleks Bir Soruna Basit Bir Cevap)
başlıklı yazıda çok önemli bilgiler verilmektedir. Dr. Feduccia, John Ostrom
tarafından 1970'lerde gündeme getirilen ve o zamandan bu yana da hararetle
savunulan kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisinin bilimsel kanıtlardan
yoksun olduğunu, böyle bir evrimin mümkün olmadığını detaylarıyla
anlatmaktadır.
Feduccia, Çin'de bulunduğu öne sürülen
"dino-kuş"lar hakkında ise çok önemli bir gerçeği açıklamaktadır:
Tüylü dinozor olarak ileri sürülen sürüngen fosillerinin üzerinde bulunan
"tüyler"in ilkel bile olsa kuş tüyü olduğu net değildir. Aksine
"dino-fuzz" denen bu fosil izlerinin kuş tüyleri ile ilgisi
bulunmadığını gösteren pek çok kanıt vardır. Feduccia şöyle yazmaktadır:
İlkel kuş
tüylerine sahip olduğu ileri sürülen fosillerin çoğunu çalışmış kişiler olarak,
ben ve diğer pek çok uzman, bu yapıların ilkel kuş tüyleri (protofeathers)
olduğuna dair inandırıcı bir kanıt görmemekteyiz. Pek çok Çin fosili,
"dinofuzz" olarak adlandırılagelen garip birer haleye sahiptir ama
her ne kadar bu materyal kuş tüyleri ile homolog (benzer) sayılsa da, bu
yöndeki argümanlar ikna edicilikten çok uzaktır.151
Feduccia, bu tespitinin ardından, Scientific
American'daki makalenin yazarı Prum'un bu konuda önyargılı davrandığını da
şöyle belirtmektedir:
Prum'un görüşü pek çok paleontolog
tarafından paylaşılmaktadır: kuşlar dinozordur; dolayısıyla dromaeosaurlar
(theropod dinozorlar) üzerinde korunmuş herhangi bir ipliksi yapı, mutlaka
ilkel kuş tüyü olmalıdır.152
Feduccia'ya göre bu önyargıyı çürüten
nedenlerden biri, kuşlarla hiçbir ilgi kurulamayacak fosillerde de söz konusu
"dino-fuzz" izlerine rastlanmasıdır. Aynı makalede Feduccia şöyle
söylemektedir:
En önemlisi, dino-fuzz şimdi artık çok
sayıda kategoride keşfedilmektedir. Bunların bazıları henüz yayınlanmamıştır
ama özellikle Çin'de bulunmuş bir pterosaur'da (uçan sürüngen) ve bir therizinosaur'da
(etobur bir dinozor grubu) bunlar bulunmuştur. En şaşırtıcı durum ise,
dino-fuzza çok benzeyen deri fiberlerinin Jurassic devre ait bir ichthyosaur'da
da bulunmuş ve detaylı olarak tarif edilmiş olmasıdır. (Ichthyosaurlar,
soyu tükenmiş deniz sürüngenleridir.) Söz konusu canlılardaki dallanmış
fiberlerin bazıları, morfoloji açısından, "ilkel kuş tüyleri"
(protofeather) denen ve (Çinli paleontolog) Xu tarafından tanımlanan yapılara
çok benzerdir. Sözde "ilkel kuş tüylerinin" archosaurlarda (Mesozoic
döneme ait sürüngenlerde) böyle geniş bir dağılıma sahip olması, bunların kuş tüyleri ile hiçbir
ilgileri olmadığını tek başına gösteren bir delildir.153
Feduccia, geçmişte de fosillerin
çevresinde bazı yapılar bulunduğunu, ancak fosile ait sanılan bu yapıların
sonradan inorganik maddeler olduğunun belirlendiğini hatırlatmaktadır:
İnsanın aklına, Solnhofen fosillerinde
bulunan ve dendritler olarak bilinen çalı benzeri izler gelmektedir. Bitkiye
benzer şekillerine rağmen, bu yapıların aslında, fosil yataklarında, çatlaklardan
veya fosillerin kemiklerinden oksitlenerek sızan manganez solüsyonunun
etkisiyle oluşan inorganik yapılar olduğu artık bilinmektedir.154
Bu konuda dikkat çekici bir diğer nokta
ise, "tüylü dinozor" olarak gündeme getirilen fosillerin tümünün
Çin'de bulunmuş olmasıdır. Acaba bu fosiller neden dünyanın başka hiçbir
yerinde değil de Çin'de ortaya çıkmaktadır? Ayrıca Çin'deki fosil yatakları,
sadece "dino-fuzz" gibi belirsiz bir yapıyı değil, aynı zamanda kuş
tüylerini de son derece iyi şekilde saklayabilecek bir yapıya sahipken, neden
evrimcilerin tüylü olduğunu iddia ettikleri therapod ve dinozorların üzerinde
tüy veya tüy sapı bulunamamaktadır? Bunun cevabı çok açıktır: Çünkü bu canlılar
kuş tüyüne sahip değillerdir. Feduccia da aynı garipliğe şöyle dikkat
çekmektedir:
Aynı zamanda, neden vücudun dış yüzeyinin
saklanabildiği başka yataklarda bulunan başka theropodların ve diğer
dinozorların hiçbir "dino-fuzzz"a sahip olmadıkları, aksine herhangi
bir kuş tüyü benzeri yapıdan tamamen yoksun gerçek sürüngen derisine sahip
oldukları da açıklanmalıdır. Ve neden dino-fuzza sahip Çinli dromaeosaur
fosilleri, normalde bekleneceği
şekilde kuş tüyü sapı sergilememektedirler -eğer bunlar gerçekten var olsa,
kolaylıkla korunmuş olabilecekken?155
Peki Çin'de bulunan tüm bu sözde
"tüylü dinozorlar" nedir? Sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş
formları gibi gösterilmeye çalışılan bu canlıların gerçek kimliği nedir?
Feduccia, "tüylü dinozor" olarak
gösterilen canlıların bir kısmının "dino-fuzz" sahibi soyu tükenmiş sürüngenler,
bazılarının da gerçek kuşlar olduğunu açıklamaktadır:
Açıktır ki, aslında, Çin'in Yixian ve
Jiufotang bölgelerindeki Cretaceous devrine ait göl yataklarında iki farklı
fosil olgusu vardır; birisi "dino-fuzz" kalıntıları sergileyen -ki
bunun iyi bir örneği sözde "tüylü dinozor"ların ilk bulunan örneği
olan Sinosauropteryx'tir- gruptur. Diğeri ise gerçekten kuş tüylerine
sahip olanlardır. Nature dergisinin kapağında gösterilen ve tüylü
dinozorlar olarak sunulan ancak sonradan önemsiz, uçucu olmayan kuşlar olduğu
anlaşılan fosiller gibi.156
Yani tüm dünyaya "tüylü dinozor"
veya "dino-kuş" olarak gösterilen fosiller, ya tavuklar gibi uçamayan
bazı kuşlara ya da "dino-fuzz" denen ancak kuş tüyleri ile ilgisi
bulunmayan organik bir yapıya sahip olan sürüngenlere aittir. Ortada kuşlar ve
sürüngenler arasında "ara form" oluşturacak tek bir fosil bile
yoktur. (Feduccia üstte saydığı bu iki temel grubun yanında bir de "sık
rastlanan gagalı kuş Confusiusornis", bazı enantiornithinesler ve
yeni tanımlanan bir tohum-yiyici kuş olan Jeholornis prima'dan söz
etmektedir ki, bunların da hiçbiri "dino-kuş" değildir.)
Dolayısıyla Richard O. Prum ve Alan
Brush'ın Scientific American dergisinde yayınlanan makalelerinde öne
sürülen, "kuşlar
dinozordur" tezinin fosillerle kanıtlandığı iddiası, gerçeklere tümüyle
aykırıdır.
Evrimcilerin Gizlemek İstediği
Yaş Sorunu ve "Cladistics" Yanılgısı
Gerek
Richard O. Prum ve Alan Brush'ın Scientific American dergisinde
yayınlanan makalelerinde, gerekse "dino-kuş" furyasını körükleyen tüm
evrimci kaynaklarda ısrarla göz ardı edilen, hatta gizlenen çok önemli bir
gerçek vardır:
Yanıltıcı bir biçimde "dino-kuş"
ya da "tüylü dinozor" dedikleri fosillerin yaşları, 130 milyon yıl
öncesinden geriye gitmemektedir. Oysa "yarı kuş" olarak göstermek
istedikleri bu canlılardan en az 20 milyon yıl daha yaşlı olan, gerçek bir kuş
zaten vardır: Archaeopteryx. Bilinen en eski kuş olma özelliği taşıyan Archaeopteryx,
kusursuz uçuş kaslarına, uçuş tüylerine ve normal bir kuş iskeletine sahip
gerçek bir kuştur. 150 milyon yıl önce dünya göklerinde başarılı bir biçimde
süzülmüştür. Durum bu iken, Archaeopteryx'ten çok daha sonraki
tarihlerde yaşamış canlıların kuşların ilkel ataları olarak gösterilmesi tek
kelimeyle saçmalıktır. Peki evrimciler böyle bir safsatayı nasıl
savunabilmektedirler?
Darwinistler bunu savunmak için
kendilerince bir "yöntem" bulmuşlardır: Bu yöntemin ismi
"Cladistics"tir. Bu terim, son 20-30 yıldır paleontoloji dünyasında
sıkça kullanılan yeni
bir fosil yorumlama yöntemidir. Cladistics yöntemini savunanlar, bulunan
fosillerin yaşlarının tamamen göz ardı edilmesini, sadece eldeki fosillerin
karakteristik özelliklerinin birbiri ile karşılaştırılmasını ve bu
karşılaştırma sonucunda ortaya çıkan benzerliklere göre evrimsel soy ağaçları
kurulmasını savunurlar.
Bu görüşü savunan evrimci bir internet
sitesinde, fosil yaşı Archaeopteryx'ten çok daha genç olan Velociraptor'un
Archaeopteryx'in atası sayılmasının sözde neden "mantıklı" olduğu
şöyle açıklanmaktadır:
Şimdi şunu sorabiliriz: Velociraptor
nasıl olur da Archaeopteryx'in atası olabilir, ondan sonra gelmiş
olmasına rağmen?
Çünkü fosil kayıtlarındaki boşluklardan
dolayı, fosiller her zaman "tam vaktinde" ortaya çıkmazlar. Örneğin
Geç Kratase devrine ait, Madagaskar'da bulunmuş Rahonavis adlı yeni
bulunan bir fosil, kuşlarla Velociraptor gibi bir sürüngen arasında
geçiş formu gibi durmaktadır, ama 60 milyon yıl geçtir. Ama hiç kimse bunun geç
ortaya çıkışının kayıp halka olmasına engel teşkil ettiğini söylememektedir,
çünkü çok uzun bir süre yaşamış olabilir. Bu gibi örnekler "hayalet
bağlantılar" olarak adlandırılır; bu hayvanların daha önce de var
olduklarını varsayıyoruz, onların muhtemel atalarına sahip olduğumuz ve
muhtemel torunlarına da sahip olduğumuz zaman.157
Cladisticsin özeti olan bu açıklama, bu
yöntemin ne kadar büyük bir çarpıtma olduğunu da göstermektedir. Öncelikle şunu
belirtmeliyiz: Yukarıdaki alıntıda belirtilen Velociraptor, kuşların
dinozorlardan evrimleştiği masalında sözde ara-geçiş formu olarak sunulan
fosillerden biridir. Ancak bu fosil de diğerleri gibi, evrimcilerin taraflı
yorumlarından başka bir şey değildir. Hayali Velociraptor çizimlerinde
görülen tüyler tamamen evrimcilerin hayalini yansıtmaktadır; gerçekte ise bu
canlının tüyleri olduğuna dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Ayrıca yine
yukarıdaki alıntıda gördüğümüz gibi, evrimciler, açıkça, fosil kayıtlarının
sonuçlarını, kendi teorilerinin gereklerine göre çarpıtmaktadırlar. 70 milyon
yıllık bir fosilin sahibi olan bir türün, aslında 170 milyon yıl önce de
yaşadığını varsaymanın ve buna göre bir evrimsel akrabalık ilişkisi kurmanın,
gerçekleri çarpıtmaktan başka bir anlamı yoktur. Cladistics, evrim teorisinin
fosil kayıtları karşısındaki yenilgisinin gizli bir itirafı ve yeni bir
boyutudur aslında. Özetlemek gerekirse;
1) Darwin, fosil kayıtları detaylı olarak
incelendiğinde, bildiğimiz türlerin hepsinin arasını dolduracak "ara
formların" bulunacağını öne sürmüştür. Teorinin beklentisi budur.
2) Ancak 150 yıllık paleontoloji çabası,
ara formları ortaya koymamış, bu canlıların izine rastlanamamıştır. Bu, teori
adına büyük bir yenilgidir.
3) Ara formlar bulunamadığı gibi,
evrimcilerin, sadece benzerliklerinden dolayı birbirlerinin atası olduğunu ilan
edebilecekleri canlıların da yaşları çelişkilidir. Daha "ilkel" gibi
görünen bir canlı, daha "gelişmiş" gibi gözüken bir canlıdan daha geç
ortaya çıkmaktadır.
İşte bu son nokta, evrimcileri cladistics
denen tutarsız yöntemi geliştirmeye zorlamıştır.
Cladisticsle birlikte, Darwinizm,
"bilimsel bulgulara dayanan, bunlardan yola çıkan" bir teori
olmadığını, aksine "bilimsel bulguları çarpıtan, bu bulguları kendi
varsayımlarına göre değiştiren" bir dogma olduğunu açıkça gözler önüne
sermiştir.
Bir zamanlar Sovyetler Birliği'nde uygulanan Lysenkoizm (Genetik kanunlarını reddeden ve kalıtımın Lamarck'ın teorisine göre
gerçekleştiğini savunan Trofim Lysenko tarafından geliştirilen ve Stalin
döneminde SSCB'nin resmi bilim doktrini olan safsata) gibi. Bununla birlikte
Darwinizm'in Lysenkoizm gibi bilimsellikten uzak olduğu da anlaşılmıştır.
Kuşlar ile Dinozorlar
Arasındaki Aşılmaz Farklar
Sadece
Prum ve Brush'un tezi değil, "kuşlar dinozordur" teorisinin her
versiyonu çürüktür. Çünkü kuşlar ve dinozorlar arasında hiçbir evrimsel süreçle
kapatılamayacak bir "yapısal farklılık" vardır. Birçok kitabımızda
ayrıntılı olarak incelediğimiz bu farkların bazılarını, kısaca özetleyelim:
1) Kuşların akciğer yapısı, sürüngenlerden
ve tüm diğer kara omurgalılarından tamamen farklı bir yapıdadır. Kuşlarda, kara
omurgalılarının aksine, hava akciğer içinde tek yönde hareket eder ve böylece
kuş daima oksijen alıp karbondioksit verebilir. Kuşlara özgü bu yapının
standart kara omurgalı akciğerinden evrimleşmiş olması imkansızdır, çünkü ara
bir yapıda canlının nefes alması ve dolayısıyla yaşamını devam ettirmesi mümkün
değildir.158
2) Alan Feduccia ve Julie Nowicki
tarafından 2002 yılında, kuşlar ve sürüngenlerin embriyoları arasında yapılan
karşılaştırmalar, iki canlı grubunun ayak yapılarının çok büyük farklılık
gösterdiğini ve aralarında evrimsel bir ilişki kurulmasının imkansız olduğunu
kanıtlamıştır.159
3) İki canlı grubunun kafatası arasındaki
en son karşılaştırmalar da aynı sonucu vermektedir. Andre Elzanowski 1999
yılında yaptığı bir inceleme sonucunda "dromaeosauridlerin çenelerinde ve
üst çenelerinde hiçbir spesifik kuş benzerliği bulunamamıştır" sonucuna varmıştır.160
4) Dişler, kuşlar ile sürüngenleri
birbirinden ayıran farklardan biridir. Geçmişte yaşamış bazı kuşların
gagalarında dişler olduğu bilinmektedir. Uzun zaman evrime sözde bir kanıt gibi
gösterilen bu durumun hiç de öyle olmadığı, çünkü kuş dişlerinin çok özgün
olduğu ise zamanla anlaşılmıştır. Feduccia bu konuda şöyle yazar:
Belki de theropodlar ve kuşlar arasındaki en
çarpıcı benzerlik, dişlerinin yapısı ve dişlerin çıkışının doğasıdır. Kuş ve
theropod dişleri arasındaki dramatik farklılıklara dikkat edilmemesi oldukça
şaşırtıcıdır; özellikle de memeli paleontolojisinin büyük ölçüde diş
morfolojisiyle ilgili olduğunu hatırladığımızda. Kısaca ifade etmek gerekirse,
kuş dişleri (örneğin Archaeopteryx, Hesperornis, Parahesperornis,
Ichthyornis, Cathayornis ve tüm diğer Mesozoic kuşlarda görüldüğü gibi)
birbirlerine dikkat çekici biçimde benzer ve theropodlarınkinden belirgin bir
biçimde farkılıdır... Form, gelişim ve yenilenme açısından, kuşların ve
theropodların diş yapıları arasında hiçbir ortak, aktarılmış özellik yoktur.161
5) Kuşlar sıcakkanlı, sürüngenler ise
soğukkanlı canlılardır. Bu, son derece farklı iki ayrı metabolizma demektir ve
aradaki dönüşümün rastlantısal mutasyonlarla gerçekleşmesi mümkün değildir.
Dinozorların sıcakkanlı oldukları yönündeki tez ise, bu zorluğu giderebilmek
için ortaya atılmıştır. Ancak herhangi bir kanıta dayanmayan bu tezin
geçersizliğini gösteren pek çok delil vardır.162
Tüm bunlar, kuşların kökeni hakkındaki
evrimci tezin hiçbir bilimsel dayanağı olmadığını göstermektedir. Darwinist
medya belki kısa bir süre daha "dinokuş" furyasını sürdürebilir, ama
bunun tümüyle bilim dışı bir propaganda kampanyası olduğu ortaya çıkmış
durumdadır. Kuşların ve doğadaki tüm canlıların kökenine materyalist dogmadan
sıyrılarak bakan herkes ise, açık bir gerçeği görecektir: Canlılar, doğal
etkenlerle ve rastlantılarla asla açıklanamayacak son derece kompleks
özelliklere sahiptirler. Bunun tek açıklaması, yaratılış gerçeğidir.
Tüm canlıları her türlü yaratmayı bilen,
üstün bir ilim sahibi olan Allah bir anda ve kusursuz olarak yaratmıştır. Allah
Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
İnsan, Bizim kendisini bir damla sudan
yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi
yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken,
bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa
yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi,
77-79)
Sonsöz
Ünlü bilim
felsefecisi Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions
(Bilimsel Devrimlerin Yapısı) adlı eserinde "paradigma" kavramı
üzerinde durur. Paradigma, bilim dünyasının belirli bir dönemde kabul ettiği
"kavramsal dünya görüşü"dür. Bilim adamları kimi zaman bir
paradigmaya sıkıca bağlanırlar; ama bunun yanlış olduğu zamanla, yeni bilimsel
bulgularla anlaşılır. Örneğin bir zamanlar bilim dünyasının ortak görüşü olan
dünya merkezli Batlamyus evren modeli, çok güçlü bir paradigma olmasına karşın,
Kopernik'in bulguları sonucunda yıkılmış ve yerine farklı bir paradigma kabul
edilmiştir. Thomas Kuhn'a göre bilim dünyasında zaman zaman böyle büyük
paradigma değişimleri yaşanır ve bunun adı "bilimsel devrim"dir.
Kuhn,
bilim adamlarının büyük bölümünün mevcut bir paradigmayı korumak için
çabalayacaklarına, diğer bir deyişle tutucu davranacaklarına da dikkat çeker.
Bu nedenledir ki, bilimsel devrimleri gerçekleştirenler, Kuhn'a göre,
"bilimsel otorite" sayılan kişiler değil, bilim dünyasının daha
dışında kabul edilenler veya bu dünyaya yeni giren genç beyinlerdir. Kuhn, ünlü
bilim adamı Max Planck'ın bir sözüne de atıfta bulunur: Planck'a göre
"bilimsel bir gerçek, rakiplerini ikna ederek ve onların ışığı görmesini
sağlayarak zafer kazanmaz; aksine bu rakipler ölür ve onların yerine gelen yeni
nesiller (yeni bilimsel gerçeğe) aşina olur."
Bugünün bilim dünyasında da bir devrim
yaşanmaktadır. Darwinizm bilimsel olarak çökmüştür, ama "bilim dünyasının
otoriteleri" olarak görülen kimselerin çoğu bunu kabul etmemek, "ışığı
görmemek" için direnmektedirler. Tümüyle ideolojik ve dogmatik bir
direniştir bu. Ama giderek zayıflamaktadırlar ve kamuoyu bunu fark etmektedir. Bilim dünyasının önüne
açılan ışığın ismi ise "yaratılış gerçeğidir". Bu konuyu araştıran
bilim adamları yaşamın Darwinizm'in iddia ettiği gibi rastlantısal doğa
güçlerinin ürünü olmadığını, aksine çok üstün bilgi sahibi bir Yaratıcı'nın
eseri olduğunu savunurlar. Bu üstün yaratıcı, tüm alemlerin Rabbi olan Yüce
Allah'tır. Bu gerçek, her geçen gün daha fazla bilim adamı tarafından kabul
edilmekte ve Darwinizm'in bilimsel çöküşü daha da açık şekilde ortaya
konmaktadır.
ABD'deki
evrim karşıtı hareketin en önemli isimlerinden biri olan California Berkeley
Üniversitesi profesörü Phillip E. Johnson, Darwinizm'in çok yakında tarihin
çöplüğüne atılacağından emindir. Johnson, ABD'nin farklı eyaletlerinde
Darwinizm aleyhindeki bilimsel delillerin de ders kitaplarına dahil edilmesine
izin veren yeni kanunsal düzenlemelerden söz ettikten sonra, şu yorumu yapar:
(Ancak) olayları değiştirecek büyük dönüm
noktası, okul müfredatlarında değil, kanıtları bilen ve az çok bağımsız bir
zihne sahip olan insanların düşüncelerinde ve yazılarında gerçekleşiyor.
Darwinistler deliller açısından kaybettiklerini, kazanmadıklarını biliyorlar ve
aynı zamanda kamuoyu desteğini yitirdiklerinin de farkındalar. Umutsuz bir
biçimde, çöküşlerini, örneğin, biberli kelebeklerin ağaç gövdelerine
konmadıklarını (ve asıl) doğal seleksiyonun genetik bilgide artış sağlamadığını
kabul etmeyi ertelemeye çalışıyorlar. Bir taraftan da yenilgilerini gizlemekte
tecrübe kazanıyorlar. 163
Türkiye'deki Darwinistler de, inandıkları
teorinin nasıl ve neden eleştirildiğini düşünmelidirler. Batı'daki
meslektaşları, bu kitapta incelediğimiz tüm delillerin farkına varmaya başlamışlardır
ancak yine de kimileri bir şekilde bunları göz ardı etmek, Darwinizm'i bunlara rağmen ayakta tutabilmek
için çaba harcamaktadırlar. 1950'lerin dünyasında, bilimsel gelişmelerden
habersiz şekilde, Darwinizm'in hayali "eski güzel günleri"nde yaşamaya
çalışan bazı kişiler kendilerine evrim kanıtı sorulduğunda, hala, çok hararetli
bir biçimde; geçersizliği kanıtlanmış Miller Deneyi'nden, insan embriyosundaki
sözde "solungaçlar"dan, biberli kelebekler hikayesinden veya hayali
at serilerinden söz edebilmektedirler. Kambriyen Patlaması, indirgenemez
komplekslik, genetik bilginin kökeni gibi gerçekleri ise gözardı etmek için
çalışmaktadırlar. 50'li, 60'lı yıllarda okunmuş olan köhne kitapların ve
Darwinist propaganda materyallerinin etkisiyle, hala bu çürük teoriye inanmakta
ısrarcı davranmanın hiçbir faydası yoktur. Türkiye'deki Darwinistleri de böyle
bir duruma düşmekten sakınmaya, bilimsel delilleri göz ardı etmeden, ön
yargılardan kurtulurak, doğruları görmeye davet ediyoruz.
Darwinizm'in
bağlılarının yapmaları gereken, bu teoriye körü körüne inanmaktan vazgeçmektir.
Bilimin sonuçlarını incelemeli ve bu sonuçları önyargısız olarak
değerlendirmelidirler. Eğer evrim teorisi lehinde kanıtları varsa, bunu
açıklamalıdırlar. Ama bu açıklamalarının geçersizliği ortaya çıktığında, körü
körüne evrim teorisine bağlı kalmamalı ve gerçeği görmelidirler.
Eğer bu
arayışlarında samimi olurlarsa, Darwinizm'in en koyu savunucuları da, bu
teorinin büyük bir aldanış olduğunu göreceklerdir. Bu, bilimsel olarak ortaya
çıkmış bir gerçektir.
Ve
Darwinizm'in bu bilimsel çöküşü, aslında, bizlere Kuran'da haber verilen
Adetullah'ın (Allah'ın kanunlarının) bir tecellisidir. Allah Kuran'da
"batıl"ın (yani yalanın ve sahtenin) "hak"kın gelmesiyle
(yani gerçeğin ortaya konmasıyla) yok olacağını haber verir:
De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç
şüphesiz batıl yok olucudur." (İsra Suresi, 81)
Darwinizm de batıl, yani yanlış, sahte ve
aldatıcı bir öğretidir. Bir zamanlar, bilgi eksikliğini, bilim düzeyinin
zayıflığını kullanarak etkili olmuş ve pek çok insanı aldatabilmiştir. Ama
gerçeğin ortaya konması, bilimin gerçek bulgularının önyargısız insanlar
tarafından incelenmesiyle birlikte, bu aldatmaca çökmüştür.
Darwinistlerin bugün yapmaya çalıştıkları
şey, batılı ayakta tutabilmek için hakkı reddetmek, gizlemek veya göz ardı
etmektir. Ama bu yanlış bir yoldur; bu şekilde kendilerini hem aldatmış, hem de
küçük düşürmüş olurlar. Allah'ın Kuran'da, bildirdiği ayetten Darwinistler de
ders almalıdırlar:
Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.
(Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz. (Bakara Suresi, 42)
Gerçeği
gördükten sonra direnmemek ve doğru olana yönelmek doğru bir harekettir. Bir
insan şimdiye kadar bilgi eksikliğinden ya da kendisine yapılan telkinlerden
dolayı evrim yalanına inanmış olabilir. Ama eğer samimi bir insansa, bir
aldatmacanın peşinden giderek dünyada ve ahirette küçük düşeceğine, doğruyu
araştırıp bulmalı ve ona uymalıdır. Unutulmamalıdır ki samimiyet ve dürüstlük
dünyada da ahirette de güzel bir karşılık görecektir.
Kaynakça
1- Søren Løvtrup , Darwinism: The
Refutation of A Myth, Croom Helm, New York, 1987, s.422
2- Robert D. Martin, Primatların
Orijini ve Evrim, Princetown Üniversitesi Yayınları, 1990, s.82
3- David Pilbeam, American Scientist,
Sayı 66, Mayıs-Haziran, 1978, s.379
4- Jonathan Wells, California Berkeley
Üniversitesi'nde biyoloji lisansı ve moleküler biyoloji doktorası yapmış bir
bilim adamıdır. Ayrıca Yale Üniversitesi'nde de ikinci doktorasını yapmıştır.
Halen Seattle'daki Discovery Institute'da çalışmalarını sürdürmektedir.
5- Evrimin bir din olarak tanımlanması
bazı okuyuculara garip gelebilir, ama son derece yerindedir. Din, bir insanın
inandığı ve hayata bakışını belirleyen temel prensipleri ifade eder. İnsana materyalist bir bakış veren ve
bilime değil inanca dayanan evrim teorisi de bir dindir. Bu teoriyi din olarak
tanımlayanlar arasında Julian Huxley veya Pierre Teilhard de Chardin gibi bazı
evrimcilerin de yer aldığını belirtmek gerekir.
6- Benjamin D. Wiker, "Does
Science Point to God? Part II: The Christian Critics", The Crisis
Magazine, Temmuz-Ağustos 2003,
http://www.crisismagazine.com/julaug2003/feature1.htm
7- CHARLES DARWIN TO J.D. HOOKER, Down
[March 29, 1863]. http://ibiblio.org/gutenberg/etext00/2llcd10.txt
8- "The Crucible of Life", Earth,
Şubat 1998
9- "Origin of Life on Earth", National
Geographic, Mart 1998
10- Jonathan Wells, Icons of Evolution,
Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong,
Washington, DC, Regnery Publishing, 2000, s. 21
11- Jeremy Rifkin, Darwin'in Çöküşü,
Ufuk Kitapları, İstanbul 2001, s.133
12- Paul Davies, C.W. [renouned physicist]
& Adams Phillip [journalist], "More Big Questions," ABC Books:
Sydney, Australia, 1998, ss.53-54, 47-48, 48
13- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu,
"Evrim Teorisi"ne Karşı Biyokimyasal Zafer, Aksoy Yayıncılık, 1998, s.8
14- Michael J. Behe, Darwin'in Kara
Kutusu, s.14
15- Gerald L. Schroeder, Tanrı'nın
Saklı Yüzü, Gelenek Yayıncılık, Nisan 2003, İstanbul, ss.67-68
16- Michael J. Behe, Darwin'in Kara
Kutusu, s.15
17- W. R. Bird, The Origin of Species
Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325
18- Encyclopedia Britannica 2002, Expanded
Edition DVD-ROM, "Cuvier, Georges, Baron"
19- Encyclopedia Britannica 2002,
Expanded Edition DVD-ROM, "Cuvier, Georges, Baron"
20- Charles Darwin, The Origin of
Species by Means of Natural Selection, The Modern Library, New York, s. 234
21- Alan Feduccia, The Origin and
Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, s. 81
22- N. Eldredge, and I. Tattersall, The
Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46
23- Hickman, C.P. [Professor Emeritus of
Biology at Washington and Lee University in Lexington], L.S. Roberts [Professor
Emeritus of Biology at Texas Tech University], and F.M. Hickman. 1988. Integrated
Principles of Zoology. Times Mirror/Moseby College Publishing, St. Louis,
MO. 939; (s. 866)
24- Fossils and Evolution, Dr TS
Kemp - Curator of Zoological Collections, Oxford University, Oxford Uni Press,
s.246, 1999
25- David Berlinksi, Commentary ,
Sept. 1996 s. 28
26- Gerald Schroeder, "Evolution:
Rationality vs. Randomness", http://www.geraldschroeder.com/evolution.html
27- Stephen J. Gould, “An Asteroid to Die
For,” Discover, Ekim 1989, s. 65
28- Gregory A. Wray, "The Grand Scheme
of Life", Review of The Crucible Creation: The Burgess Shale and the
Rise of Animals by Simon Conway Morris, Trends in Genetics, February 1999,
vol. 15, no. 2
29- Jonathan Wells, Icons of Evolution,
s. 31
30- Niles Eldredge, Ian Tattersall, The
Myths of Human Evolution, ss.126-127
31- Lewontin, Richard C., Human
Diversity, Scientific American Library: New York NY, 1995, s.163
32- Henry Gee, In Search of Deep Time, New
York, The Free Press, 1999, s. 116-117
33- Bernard Wood, Mark Collard, "The
Human Genus", Science, vol. 284, No 5411, 2 April 1999, ss. 65-71
34- Pat Shipman, "Doubting
Dmanisi", American Scientist, November- December 2000, s.491
35- Roger Lewin, Bones of Contention,
s.312
36- John R. Durant, "The Myth of
Human Evolution", New Universities Quarterly 35 (1981), ss. 425-438
37- G. A. Clark, C. M. Willermet, Conceptual
Issues in Modern Human Origins Research, New York, Aldine de Gruyter, 1997,
s. 76
38- Jonathan Wells, Icons of Evolution:
Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, s. 225
39- Paul S. Taylor, Origins Answer
Book, 5. baskı, 1995, s. 35
40- John Whitfield, "Oldest member of
human family found", Nature, 11 July 2002
41- D.L. Parsell, "Skull Fossil From
Chad Forces Rethinking of Human Origins", National Geographic News, 10
Temmuz 2002
42- John Whitfield, "Oldest member of
human family found", Nature, 11 Temmuz 2002
43- "Face of Yesterday: Henry Gee on
the dramatic discovery of a seven-million-year-old hominid", The Guardian, 11 Temmuz 2002
44- Henry Gee, In Search Of Deep Time,
Beyond the Fossil Record to a New Hıstory of Life, s. 5
45- Henry Gee, In Search Of Deep Time, s.32
46- F. Clark Howell, "Thoughts on the
Study and Interpretation of the Human Fossil Record," ss.1-39 in W. Eric
Meikle, F. Clark Howell & Nina G. Jablonski (editors), Contemporary
Issues in Human Evolution , Memoir
21 (San Francisco: California Academy of Sciences, 1996), ss. 3, 31
47- Tom Abate, San Francisco Chronicle,
19, Şubat 2001. http://www.sfgate.com/cgi-bin/article.cgi?file=/chronicle/archive/2001/02/19/BU141026.DTL
48- Encyclopædia Britannica.
"Modern Materialism"
49- Werner Gitt. In the Beginning Was
Information. CLV, Bielefeld, Germany, ss. 107, 141
50- George C. Williams. The Third
Culture: Beyond the Scientific Revolution. (ed. John Brockman). New York,
Simon & Schuster, 1995. ss. 42-43
51- Phillip Johnson's Weekly Wedge Update,
"DNA Demoted" April 30, 2001,
http://www.arn.org/docs/pjweekly/pj_weekly_010430.htm
52- Phillip Johnson's Weekly Wedge Update,
"DNA Demoted" April 30, 2001 ,
http://www.arn.org/docs/pjweekly/pj_weekly_010430.htm
53- Charles Darwin, The Origin of
Species & The Descent of Man, The Modern Library, New York, s. 398
54- Charles Darwin, Letter to Asa Gray,
Sept. 10, 1860, in Francis Darwin (editor), The Life and Letters of Charles
Darwin , Vol. II (New York: D. Appleton and Company, 1896), s.131
55- "HAECKEL'S FRAUDULENT
CHARTS"; http://www.pathlights.com/ce_encyclopedia/17rec03.htm
56- L. Rutimeyer, "Referate," Archiv
fur Anthropologie, 1868
57- Francis Hitching, The Neck of the
Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s. 204
58- Science, 5 Eylül 1997
59- Science, 5 Eylül 1997
60- Elizabeth Pennisi, "Haeckel's
Embryos: Fraud Rediscovered", Science, 5 Eylül 1997
61- Ken McNamara, "Embryos and
Evolution", New Scientist, 16 Ekim 1999
62- Jonathan Wells, Icons of Evolution:
Science or Myth?, s. 84
63- Jonathan Wells, Icons of Evolution:
Science or Myth?, s. 85
64- Jonathan Wells, Icons of Evolution:
Science or Myth?, s. 86
65- Charles Darwin, Letter to Asa Gray,
Sept. 10, 1860, in Francis Darwin (editor), The Life and Letters of Charles
Darwin , Vol. II (New York: D. Appleton and Company, 1896), s.131
66- Dawkins'in "kör saatçi"
tezinin çürülmesi için bkz. Lee Spetner, Not By Chance: Shattering the
Modern Theory of Evolution, Judaica Press, 1997; Michael J. Behe, Darwin's
Black Box: The Biochemical Challange to Evolution, The Free Press, 1996;
Phillip E. Johson, Darwin on Trial, 199, 2nd.ed., InterVarsity Press,
1993
67- Richard Dawkins, The Blind
Watchmaker, London: Penguin Books,1986; s.93-94
68- Michael Denton, "The Inverted
Retina: Maladaptation or Pre-adaptation?", Origins & Design,
19:2, Issue 37, 1999
69- Michael Denton, "The Inverted
Retina: Maladaptation or Pre-adaptation?", Origins & Design,
19:2, Issue 37, 1999
70- Walls, G.L. (1963). The Vertebrate
Eye . New York: Hafner Publishing Company; s.652
71- Michael Denton, "The Inverted
Retina: Maladaptation or Pre-adaptation?", Origins & Design,
19:2, Issue 37, 1999
72- McIlwain, T.J. (1996). An
Introduction to the Biology of Vision. Cambridge: Cambridge University
Press; s. 14
73- Michael Denton, “The Inverted Retina:
Maladaptation or Pre-adaptation?”, Origins & Design, 19:2, Issue 37,
1999
74- Charles Darwin, The Origin of
Species, III. ed. Chapter 13: Mutual Affinities of Organic Beings: Morphology:
Embryology: Rudimentary Organs
75- http://www.cerrah.net/apandist.htm
76-
www.geocities.com/CapeCanaveral/Lab/6562/evolution/designgonebad.html
77- S. R. Scadding, "Do 'Vestigial
Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, Cilt 5,
Mayıs 1981, s. 173
78- Paul A. Nelson, "Jettison the
Arguments, or the Rule? The Place of Darwinian Theological Themata in
Evolutionary Reasoning", Access Research Network, 1988, http://www.arn.org/docs/nelson/pn_jettison.htm
79- George Schaller, H. Jinchu, P. Wenshi,
and Z. Jing, The Giant Pandas of Wolong , Chicago: University of Chicago
Press, 1986, s.4, 58
80- Endo, H., Yamagiwa, D., Hayashi, Y.
H., Koie, H., Yamaya, Y, and Kimura, J., Nature, vol. 397, 1999, ss.
309-310
81- Endo, H., Yamagiwa, D., Hayashi, Y.
H., Koie, H., Yamaya, Y., and Kimura, J., Nature, vol. 397, 1999, ss.
309-310
82- Gretchen Vogel, "Objection #2:
Why Sequence the Junk?", Science, 16 Şubat 2001
83- Wojciech Makalowski, "Not Junk
After All", Science, Volume 300, Number 5623, 23 Mayıs 2003,
84-http://www.arn.org/docs/odesign/od182/ls182.htm#anchor569108
85- "Does nonsense DNA speak it's own
dialect?", Science News, Vol. 164 , 24 Aralık,1994
86- Hubert Renauld and Susan M. Gasser,
"Heterochromatin: a meiotic matchmaker," Trends in Cell Biology 7
(May 1997): ss. 201-205
87- Emile Zuckerkandl, "Neutral and
Nonneutral Mutations: The Creative Mix-Evolution of Complexity in Gene
Interaction Systems,' Journal of Molecular Evolution 44 (1997): S2-8.
88- Hubert Renauld and Susan M. Gasser,
"Heterochromatin: a meiotic matchmaker," Trends in Cell Biology 7
(May 1997): 201-205.
89- Bencil DNA tezi: Evrimcilerin,
kodlamayan DNA'nın sözde evrimsel oluşumunu açıklamada başvurduğu bir tez. Bu
tez, canlıların işlevini yitirmiş DNA parçaları arasında bir tür rekabet
olduğunu savunan hayali iddiadır. Bu yazıda da gösterildiği gibi,
Crytomonad'lar üzerinde yapılan bu çalışmayla çürütülmüştür.
90- Beaton, M.J. and T. Cavalier-Smith.
1999. Eukaryotic non-coding DNA is functional: evidence from the differential
scaling of cryptomonal genomes. Proc. R. Soc. Lond. B.
266:2053-2059
91- Sandell LL, Zakian VA. 1994. Loss of a
yeast telomere: arrest, recovery, and chromosome loss. Cell 75:
729-739.
92- Ting SJ. 1995. A binary model of
repetitive DNA sequence in Caenorhabditis elegans. DNA Cell Biol. 14:
83-85.
93- Vandendries ER, Johnson D, Reinke R.
1996. Orthodenticle is required for photoreceptor cell development in the
Drosophila eye. Dev Biol 173: 243-255.
94- Keplinger BL, Rabetoy AL, Cavener DR.
1996. A somatic reproductive organ enhancer complex activates expression in
both the developing and the mature Drosophila reproductive tract. Dev Biol
180: 311-323.
95- Kohler J, Schafer-Preuss S, Buttgereit
D. 1996. Related enhancers in the intron of the beta1 tubulin gene of
Drosophila melanogaster are essential for maternal and CNS-specific expression
during embryogenesis. Nucleic Acids Res 24: 2543-2550.
96- R. Nowak, "Mining Treasures from
'junk DNA ", Science 263 (1994): 608.
97- "DNA; Junk or Not", The
New York Times, 4 Mart 2003
98- Gretchen Vogel, "Objection #2:
Why Sequence the Junk?", Science, 16 Şubat 2001
99- Hirotsune, S., Yoshida, N., Chen, A.,
Garrett, L., Sugiyama, F., Takahashi, S., Yagami, K., Wynshaw-Boris, A., and
Yoshiki, A. 2003. An expressed pseudogene regulates the messenger-RNA stability
of its homologous coding gene. Nature 423: 91-96.
100- Lee, J. T. 2003. Molecular biology:
Complicity of gene and pseudogene [News and Views]/78 Emile Zuckerkandl,
"Neutral and Nonneutral Mutations: The Creative Mix-Evolution of
Complexity in Gene Interaction Systems,' Journal of Molecular Evolution 44
(1997): S2-S8.ature 423: 26-28.
101- "The Birth of an Alternatively
Spliced Exon: 3' Splice-Site Selection in Alu Exons ", Galit Lev-Maor, et
al. Science, Volume 300, Number 5623, Issue of 23 May 2003, ss.
1288-1291
102- Science, 23 Mayıs 2003
103- George Turner, "How Are New
Species Formed?", New Scientist, June 14, 2003, s.36
104- Norman Macbeth, Darwin Retried, Boston,
Gambit INC., 1971, s.36.
105- Norman Macbeth, Darwin Retried,
ss.35-36
106- Edward S. Deevy, "The Reply:
Letter from Birnam Wood", Yale Review, 56 (1967), s.636
107- Ernst Mayr, Animal Species and
Evolution, Cambridge, Harvard University Pres, 1963, ss.285-286.
108- Ernst Mayr, Animal Species and
Evolution, ss.290.
109- Lane P. Lester, Raymond G. Bohlin, Natural
Limits to Biological Change, s.13-14
110- Jonathan Wells, Icons of Evolution,
ss.159-175
111- Lane Lester, Raymond G. Bohlin, Natural
Limits to Biological Change, 2nd ed,
Probe Books, 1989, ss.67,70
112- Garry E. Parker, Creation: The
Facts of Life, San Diego, Creation of Life Publishers, 1980, s.76
113- Pierre-Paul Grassé, Evolution of
Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 88
114- Jonathan Wells, Icons of Evolution
(Regnery, 2000), s. 178
115- Lane Lester, Raymon G. Bohlin,
Natural Limits to Biological Change, Probe Books, 1989, s. 170-171
116- Henry Morgenau & Roy Abraham
Varghese, Kosmos Bios Teos, Gelenek Yayıncılık, Ekim 2002, İstanbul,
s.161.
117- Scott Gilbert, John Opitz, and Rudolf
Raff, "Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology", Developmental
Biology 173, Article No. 0032, 1996, s. 361
118- Personal letter (written 10 April
1979) from Dr. Collin Patterson, Senior Paleontologist at the British Museum of
Natural History in London, to Luther D. Sunderland; as quoted in Darwin's
Enigma by Luther D. Sunderland, Master Books, San Diego, USA, 1984, s. 89
119- T. S. Kemp, Fossils and Evolution,
Oxford University Press, 1999, s. 19
120- Pierre-P Grassé, Evolution of
Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s.103
121- Nicholas Wade, "Why Humans and
Their Fur Parted Ways", The New York Times, 19 Ağustos 2003
122- Henry Gee, In Search Of Deep Time:
Beyond The Fossil Record To A New Hıstory Of Life, The Free Press, A
Division of Simon & Schuster, Inc., 1999, s. 103
123- 0. C. Marsh, "Recent Polydactyle
Horses", American Journal of Science 43, 1892, ss. 339-354
124- Gordon Rattray Taylor, "The Great
Evolution Mystery" New York, Harper & Row, 1983, sf. 230
125- Heribert Nilsson, Synthetische
Artbildung Lund, Sweden: Vertag CWE Gleenrup, 1954, ss. 551-552
126- Boyce Rensberger, Houston
Chronicle, 5 Kasım 1980, Bölüm 4, s. 15.
127- Milner, The Encyclopedia of
Evolution, 1993, s. 222
128- Garret Hardin, Nature and Man's
Fate, (New York, Mentor, 1961), ss. 225-226.
129- Francis Hitching, The Neck of the
Giraffe-Where Darwin Went Wrong, NY: Ticknor and Fields, 1982, ss. 16-17,
19, 28-30
130- Kofahl, R.E., Handy Dandy
Evolution Refuter, Beta Books, San Diego, California, 1997, s.159
131- Voorhies M.R., "Ancient Ashfall
Creates a Pompei of Prehistoric Animals," National Geographic, Vol.
159, No. 1, January 1981, ss.67-68,74 ; "Horse Find Defies Evolution"
Creation Ex Nihilo 5(3):15, January 1983, http://www.answersingenesis.org/docs/3723.asp
132- Jonathan Wells, "Icons of
Evolution: Science or Myth? Why much of what we teach about evolution is
wrong", s.199; Royal Truman, "A review of Icons of
Evolution" www.answersingenesis.org/home/area/magazines/tj/docs/tj_v15n2_icons_review.asp
133- O.C. Marsh, 'Recent polydactyle
horses,' American Journal of Science, 43:339–354, 1892.
134- Bruce J. MacFadden et al.,
Ancient diets, ecology, and extinction of 5-million-year-old horses from
Florida, Science 283(5403):824–827, 5 February 1999.
135- Horse and horsemanship,' Encyclopædia
Britannica, 20:646655, 15th ed. 1992
136- Ernst Mayr, What Evolution Is,
New York: Basic Books, s. 163
137- D.M. Raup, 'Conflicts between Darwin
and paleontology,' Field Museum of Natural History Bulletin 50:22,
1979
138- Sunderland L.D., Darwin's Enigma,
1988, s.78
139- J. Bergman and G. Howe, 'Vestigial
Organs' Are Fully Functional Creation Research Society Books, Kansas City,
s.77, 1990;
140- Paul-Pierre Grasse., Evolution of
Living Organisms, s. 51-52
141- Florida Üniversitesi: "From the
Bone of a Horse, a New Idea for Aircraft Structures, 2 Aralık 2002,
http://www.napa.ufl.edu/2002news/horsebone.htm ; "Uzay ve Havacılık
Mühendisleri Atın Kemik Tasarımını Taklit Ediyor"
http://www.harunyahya.net/V2/Lang/tr/Pg/WorkDetail/Number/969
142-Judith Hooper, Of Moths and Men, W.W.
Norton & Company, Inc., New York, 2002, s.xvii
143- Judith Hooper, Of Moths and Men,
s.xviii
144- Judith Hooper, Of Moths and Men, s.
xviii
145- Jonathan Wells, Icons of Evolution:
Science or Myth? Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, ss.
141-151
146- Jerry Coyne, "Not Black and
White", a review of Michael Majerus's Melanism: Evolution in Action,
Nature, 396 (1988), ss. 35-36
147- Judith Hooper, Of Moths and Men, s.
xviii
148- Judith Hooper, Of Moths and Men,
s.296
149- Judith Hooper, Of Moths and Men,
s.293
150- Robert Matthews, "Scientists
Pick Holes in Darwin's Moth Theory", The Daily Telegraph, London, 18 Mart
1999
151- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
152- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
153- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
154- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
155- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
156- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
157-
http://www.geocities.com/CapeCanaveral/Hall/2099/DinoKabin.html
158- Michael J. Denton, Nature's Destiny,
Free Press, New York, 1998, s. 361
159- David Williamson, "Scientist
Says Ostrich Study Confirms Bird 'Hands' Unlike Those Of Dinosaurs", EurekAlert,
14-Aug-2002, http://www.eurekalert.org/pub_releases/2002-08/uonc-sso081402.php
160- A Elzanowski 1999. "A comparison
of the jaw skeleton in theropods and birds, with a description of the palate in
the Oviraptoridae". Smithsonian Contributions to Paleobiology 89:311–323
161- Alan Feduccia, "Birds are
Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem", The Auk, Ekim 2002, vol.
119 (4), s. 1187–1201
162- MORELL, V.."A Cold, Hard Look at
Dinosaurs", Discover, 1996, 17(12):98–108.++
163- Phillip Johnson, “A Step Forward in
Ohio”, Touchstone, Volume 16, Issue 1, Ocak-Şubat 2003, sf. 11; http://www.touchstonemag.com/docs/issues/16.1docs/16-1pg11.html
RESİM ALTI
YAZILARI
s.10
Batlamyus
s.11
Kopernik, Batlamyus'un ortaya attığı ve
Katolik Kilisesi tarafından benimsenen Dünya merkezli evren modelini yıktı.
Onun tanımladığı yeni model, Dünya'nın Güneş Sistemi'nin bir parçası olduğunu
gösteriyordu.
s.12
Ateşin kaynağının "flojiston"
olmadığı, uzun bir zaman sonra anlaşıldı.
s.13
Kurbağalar da evrimcilerin kapıldıkları
bilimsel bir yanılgının malzemesi olmuşlardı.
Luigi Galvani
s.16
Darwin
canlılığı 19. yüzyılın ilkel araçları ile
incelemiş ve bu nedenle yaşamın kompleksliğinin farkına varmamış, büyük
bir yanılgıya kapılmıştı.
s.19
Zamanla
gelişen teknoloji yeni tasarımların ortaya çıkmasına, günlük yaşamın daha
kolaylaşmasına vesile olmaktadır. Bilimsel alanda yaşanan gelişmeler de eski dönemdeki bilgisizlik
nedeniyle kabul görmüş olan Darwinizm gibi köhne teorilerin gerçek
yüzünü açığa çıkarmaktadır.
s.20
Telefonun ilk zamanları ve bugünkü hali
Tarihi bir fotoğraf makinesi ve yenisi
s.21
Bir
zamanlar gözde olan bir oda büyüklüğündeki bilgisayarların yerini
günümüzde modern bilgisayarlar almıştır. (Sol sayfada altta) Bir zamanlar
keşfi heyecanla karşılanan siyah beyaz televizyonlar ise yerlerini
kusursuz görüntü netliği sağlayan renkli televizyonlara, gramofonlar yerlerini
modern müzik setlerine, CD çalarlara bırakmıştır.
Bir zamanlar evrim teorisi de yetersiz
bilim düzeyi nedeniyle kabul görmüştür. Ancak Darwinizm'in maskesi 21. yüzyılda
tamamen düşürülmüş, köhne ve çürük bir teori olduğu delilleriyle ortaya konmuştur.
s.22
Darwinizm bilimsel olarak çökmüş bir
teoridir. Hiçbir zaman gerçekçi bir bilimsel dayanağı olmayan bu teori, bilim
düzeyinin yetersizliği nedeniyle, bir süre için bazılarına "ikna
edici" görünmüş, ama zaman içinde gelişen bilim bu ikna ediciliğin de bir
aldatmaca olduğunu ortaya çıkarmıştır.
s.28
Amerikalı biyolog
Jonathan Wells ve kitabı: "Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi? Evrim Hakkında Öğrettiğimiz
Şeylerin
Çoğu Neden Yanlış?"
s.30
Evrim
teorisi 19. yüzyılın sonlarından bu yana Batılı ülkelerin
eğitim sistemlerine girdi ve genç nesillere sözde bilimsel bir gerçek gibi öğretildi.
Ama gerçekte öğretilenler, bilime aykırı "ikon"lardı.
s.33
Benjamin
Wiker'in kitabı
s.39
Göklerde ve yerde ne varsa tümü
Allah’ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
s.44
Lazzaro Spallanzani
s.45
Louis Pasteur, yaşamın cansız maddenin
içinden kendiliğinden doğabileceği inancını bilimsel deneylerle yıktı. Bu
bulguyla birlikte, Darwinistlerin hayali "evrim süreci" daha ilk
halkasında çıkmaza saplanmış oluyordu.
s.46
Darwin'in
Türlerin Kökeni adlı kitabı
s.47
J. B. S.
Haldane
Alexander Oparin
s.48
Stanley Miller
s.50
Miller'in
varsayımının aksine, erken atmosfer organik moleküllerin oluşması için
hiç uygun değildi.
s.53
Jeremy Rifkin
s.57
Ünlü İsrailli fizikçi ve moleküler biyolog
Gerald Schroeder
s.59
Moleküler biyoloji, yaşamın Darwin zamanında
hayal bile edilemeyecek kadar kompleks olduğunu ortaya çıkardı. Bugün canlı
hücresinin, insanoğlunun tüm eserlerinden daha üstün olduğunu biliyoruz. Ve bu
gerçek, yaşamı rastlantıların ürünü sayan Darwinizim'i yıkıyor.
Hücrenin kompleks yapısının en kapsamlı
bölümünü, genetik yapısını belirleyen DNA'sı oluşturmaktadır.
Bilim adamları DNA'nın yapısı, şifrelenmesi
hakkında yaptıkları uzun yılları kapsayan araştırmalara, harcadıkları büyük
servetlere karşın, daha yeni yeni kayda değer bilgiler edinmektedirler. Buna rağmen
hücrenin genetik yapısındaki mükemmellik de halen büyük bir sır olma özelliğini
korumaktadır. DNA'nın kompleks yapısı, içerdiği hayati ve yüksek kapasitedeki
bilgiler, hayatın oluşumunu tesadüflerle açıklamak isteyenleri çaresizliğe
sürükleyen konuların başında gelmektedir.
s.63
Fosil biliminin kurucusu olan Cuvier,
yaratılışı savunmuş ve evrimin imkansız olduğunu açıklamıştı.
s.65
Archaeopteryx'in evrimcilerce iddia edildiği gibi "ilkel bir kuş" olmadığı,
kusursuz bir uçuş yeteneğine sahip olduğu artık biliniyor.
s.66
Darwin'in en hararetli savunucusu olarak
bilinen Thomas Huxley
s.67
Archaeopteryx'e dair bir rekonstrüksiyon çizim.
s.71
Charles D. Walcott
s.72
Günümüz süngerlerine benzeyen Metaldetes
fosili
Kambriyen dönemine (545-495 milyon yıl
öncesine) ait fosiller, canlıların yeryüzü katmanlarında -bir evrim süreci
geçirmeden- kompleks özellikleriyle ortaya çıktıklarını gösterir.
Kambriyen döneminde sıkça rastlanan
Wiwaxia fosili
Mobergella:
Kambriyen dönemine ait bir kabuklu fosil
s.73
Kambriyen Devirde tüm canlı filumlarının
birarada var olması, Darwinist soy ağacını temelinden yıkmaktadır.
HAYALİ
Marella:
Hem yürüyebilen hem yüzebilen bir
eklembacaklıdır.
Xystridura:
Trilobitlerin
bu türü çok sayıda lensten oluşan kompleks gözlere sahiptir.
Pikaia
Bilinen en eski kordota fosili
s.75
Kambriyen Devirde aniden ortaya çıkan
kompleks canlıları gösteren bir illüstrasyon.
s.78
Yüz Milyonlarca Sene Evvel Yaşamış
Kompleks Canlılara Ait Fosiller, Evrim İddialarını Yalanlıyor!
Ordovisyen
dönemine (495-440 milyon yıl öncesine) ait katmanlarda dahi rastlanan deniz
kestanesi fosili (sağda) ve günümüze ait bir örneği.
s.79
Solda Jurasik dönemine (200-140 milyon yıl
öncesine) ait bir tür karides fosili görülmektedir ve bugünkü karidesler kadar
eksiksiz bir görünümüne sahiptir.
Fosil kayıtlarının ortaya
koyduğu önemli bir sonuç "durağanlık"tır. Yüz milyonlarca yıllık fosiller
ile yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Hiçbir
"evrim" yaşanmamıştır.
25 milyon yıllık kavak ağacına ait yaprak
fosili, günümüz kavak ağacının yapraklarından farksız.
s.80
Karbonifer
dönemine (354-292 milyon yıl öncesine) ait bu köpek balığı fosili,
köpek balığının milyonlarca sene öncesinde de bugünkü mükemmel haliyle var olduğunun
bir göstergesidir.
Triasik dönemine (251-205 milyon yıl
öncesine) ait ginko ağacının yaprak fosili, günümüzdeki ginko yaprakları ile
aynıdır. Bu ve bunun gibi pek çok fosil örneği canlıların birbirlerinden
türedikleri iddialarını çürütmektedir.
s.81
Günümüzde uçuş teknikleri açısından bilim
adamları için özel bir araştırma sahası oluşturan yusufçuk, 140 milyon yıl
öncesine ait fosilinde de bugünkü mükemmel görünümü ve özellikleri
sergilemektedir.
140 milyon yıl öncesine ait yusufçuk
fosili (sağda)
Miyosen dönemine (23.8-5.32 milyon yıl
öncesine) ait akçaağaç yaprağının fosili (altta) ve günümüze ait örneği
Oligosen
dönemine (33.7-23.8 milyon yıl öncesine)ait, akçaağacın kanatlı
meyvesinin fosili (solda)
Miyosen dönemine ait çiçek fosili
Günümüze ait çuha çiçeği
s.84
Piltdown
Adamı skandalının doğum yeri olan Piltdown'da yapılan kazıyı gösteren
bir çizim.
s.85
Piltdown Adamı'nın içyüzü 1953'te anlaşıldı:
Kafatasını inceleyen uzmanlar, bunun sahte bir fosil olduğunu buldular.
s.86
Sahte olduğu ortaya çıkana dek, Piltdown
Adamı 40 yıl boyunca müzelerde sergilendi, "bilimsel" yayınların
kapaklarını süsledi.
s.87
Gerçekte maymunlardan insana uzanan bir
"evrim çizgisi" yoktur ve teorik düzeyde bile olsa kurulamamıştır.
s.88
Darwinizm'in fosil kayıtları ile olan çelişkisini
itiraf eden iki ünlü paleontolog: Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould.
s.94
Sahelanthropus kafatası,
Australopithecus'tan daha yaşlı olmasına rağmen daha "insansı"
özellikler gösterdiği için, evrim şemasını alt-üst ediyordu.
s.95
Sahelanthropus, evrimci medya kuruluşlarında
ve bilimsel dergilerde bile, insanın kökeni konusundaki Darwinist önyargıları
sarsan bir bulgu olarak yorumlandı.
s.101
The Matrix'te insanların kompleks birer
"yazılım" olarak gösterilmesi, aslında gerçeklerden çok da uzak bir
tasvir değildir.
s.103
JamesWatson
Francis Crick
Watson ve
Crick (üstte genç, altta yaşlı fotoğrafları) ömürlerini DNA'yı ve
kökenini araştırmakla geçirdiler. Crick'in vardığı sonuç, yaşamın kökeninin bir
"mucize" olduğunu kabul etmekti.
s.106
Doğa olaylarının genetik bilgiyi
ürettiğini kabul etmek, tam anlamıyla bir batıl inançtır.
s.112
Darwinist
embriyolojinin kurucusu, Alman biyolog Haeckel'di.
s.113
Türlerin
Kökeni kitabı, Haeckel'in çok önemli yanılgılara kapılmasına neden oldu.
s.114
Haeckel'in
farklı canlıların embriyoları arasında benzerlik varmış izlenimi
yaratmak için hazırlanmış sahte şemaları.
s.119
Haeckel'in
sahtekarlığı mercek altında: 1999'da İngiliz biyolog Richardson'ın çektiği
embriyo fotoğrafları, Haeckel'in çizimlerinin gerçekle hiçbir
ilgisi olmadığını kanıtladı. Üstteki sırada Haeckel'in hayali çizimleri, alttaki sırada ise
gerçek fotoğraflar yer alıyor.
s.124
Ateist Richard Dawkins, 1986'da yayınlanan
"Kör Saatçi" adlı kitabında doğadaki sözde "hatalı
özellik"lerden söz etmişti. Dawkins'in bu argümanının cehalete dayandığı
sonradan ortaya çıktı.
s.126
Biyoloji Profesörü Michael Denton
s.127
Göz boşluğundaki damarlar retinayı besler.
Retina, görüntüyü sinir sinyallerine dönüştürür.
Kornea, ışığın odaklanmasına yardımcı
olur.
Optik sinirler gözü beyne bağlar.
Mercek, görüntüyü odaklar.
Sclera, göz yuvarlağını kaplayan sert
beyaz yapıdır.
Allah'ın üstün yaratmasının
tecellilerinden olan göz, olabilecek en verimli şekilde çalışabilecek şekilde
yaratılmıştır.
Işık gözbebeğinin karanlık açıklığından
içeri girer.
İris kasları, ne kadar ışık alınacağını
kontrol eder.
s.132
19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde,
apendiks işlevsiz ve dolayısıyla "körelmiş" bir organ sanılmıştı.
s.135
Stephen Jay Gould
s.136
Gould, 1980'de yayınlanan "Pandanın
Baş Parmağı" adlı kitabında bu canlının el yapısının "hatalı tasarım"
olduğunu öne sürmüştü. Ama yeni bilimsel araştırmalar, bu iddiayı geçersiz kıldı
ve pandanın bu özelliğinin oldukça önemli olduğunu ortaya koydu.
s.139
Pandanın Parmağı Tümüyle İşlevseldir
Evrimciler
yaratılışı inkar etmek için doğada kusur ve uyumsuzluk ararlar. S. J. Gould'un
pandaların baş parmakları ile ilgili iddiası buna bir örnektir. Oysa Gould yanılmaktadır. Çünkü bu
kemiksi parmak Gould'un zannettiği gibi bir kusur değildir. Aksine hareketi
kolaylaştırır ve tendonların yırtılmasını engelleyici etkiye sahiptir.
1999 yılında Nature dergisinde yayınlanan
bir inceleme, pandanın baş parmağının hayvanın doğal ortamı açısından son
derece verimli olduğunu göstermektedir. Dört Japon araştırmacının ortak
sürdürdükleri çalışma, "kompüterize tomografi" ve "manyetik
rezonans resimlendirmesi" teknikleri ile yürütülmüş ve sonuçta pandanın baş
parmağının "memeliler arasında bulunan en olağanüstü yönlendirme
tekniklerinden biri" olduğu sonucuna varılmıştır. (Endo, H., Yamagiwa, D.,
Hayashi, Y. H., Koie, H., Yamaya, Y., and Kimura, J. 1999. Nature 397: 309-310)
Yukarıda, çalışmayı yürüten uzmanların pandanın el yapısı ile ilgili yaptıkları
bilgisayar çizimi yer alıyor.
parmak kemikleri
el kemikleri
yan bilek kemiği
ön kol kemikleri
s.152
Nature dergisinde yayınlanan ve
"Pseudogene" adı verilen sözde "işlevsiz" DNA bölümlerinin,
mesajcı RNA'yı düzenlediğini anlatan bilimsel makale.
Nature, 1 Mayıs 2003
s.160
Loren
Eisley
Ernst Mayr
s.165
Dört
kanatlı mutant meyve sineklerinin ekstra kanatları, uçuş kaslarından yoksundur; bu nedenle gelişim değil
sakatlık örneğidirler.
s.166
Canlıların yapılarına,
özelliklerine ait her türlü bilginin şifreli olarak saklı bulunduğu
genler, mutasyonlar sonucunda bozulmaya uğrarlar; dolayısıyla canlıların varoluşlarında herhangi bir katkılarının olması söz konusu
değildir. Mutasyonun tahrip edici, bozucu etkileri yandaki resimde açıkça
görülmektedir.
s.170
Darwin,
"türlerin kökeni"ni ele almaya çalışmasına rağmen, açıklayamadı. Türlerin
kökeni Darwinizm açısından çözümsüzdür.
s.173
Lamarck'ın yanlış tezi
bilimsel olarak çürütülmüştür ancak buna rağmen hala kitlelerin zihnine işlenmeye çalışılmaktadır.
s.176
Mutasyon
ürünü olan sakat eller.
s.180
Sözde at serilerinin başlangıcına yerleştirilen
Hyracotherium, bir anti-Darwinist olan Richard Owen tarafından tanımlanmıştı.
Ancak sonraki paleontologlar, bu canlıyı evrimle ilişkilendirmeye çalıştılar.
s.181
At serilerinin ilk kurgulayıcısı,
"Darwin'in buldogu" olarak bilinen Huxley idi.
s.182
Eohippus
Mesohippus
Miohippus
Merychippus
s.183
İlk bakışta inandırıcı gibi duran at
serisi şemaları, aslında gerçeğin çarpıtılmasıyla oluşturulmuş zoraki sıralamalardı.
Bulunan her yeni fosil, bu hayali şemaların geçersizliğini ortaya koydu.
Pliophippus
s.185
Bir müzede bulunan bu at serisi diğerleri
gibi değişik devirlerde değişik coğrafyalarda yaşamış çeşitli hayvanların
taraflı bir bakış açısıyla, keyfi olarak birbiri ardına dizilmesiyle oluşturulur.
Atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı yoktur.
s.190
Hayır, Biz hakkı batılın üstüne
fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup
gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size.
(Enbiya Suresi, 18)
s.196
Atlar kendi içlerinde geniş bir varyasyon
kapasitesine sahiptirler ve nitekim bugün yapı ve boyut açısından son derece
farklı at cinsleri yaşamaktadır. At serileri oluşturan evrimcilerin yanılgısı,
bu farklı cinslerin fosillerini evrimsel bir sıralama gibi göstermeye çalışmak
olmuştur.
Batı İskoç adalarında yetişen dağlık bölge
ponileri.
Shetland ponileri, İngiliz ırkına ait en
küçük atlardır.
s.197
Moğolistan kökenli vahşi Asya atları
Avustralya kökenli Timor ponisi
Batı Britanya'da yetişen Breton cinsi dağ
atı.
Normandiya bölgesi kökenli Percheron atları
Doğu Fransa'da yaşayan
Ardennaislerin bir türü.
s.202
On yıllardır biyoloji ders kitaplarında
yayınlanan "ağaç kabukları üzerindeki biberli kelebeklerin fotoğrafları,
aslında Kettlewell'in ağaçlara iğnelediği veya zamkla yapıştırdığı ölü
kebeleklere aitti.
s.204
H.B.D. Kettlewell
s.205
Judith Hooper'in ünlü kitabı
s.210
Londra,
Doğa Tarihi Müzesi
s.211
SAHTE KELEBEKLER, HALA DOĞA TARİHİ MÜZESİ'NDE
Kettlewell'in "biberli kelebekleri
evrimi" hikayesinin tamamen gerçek dışı olduğunun ortaya çıkmasına rağmen,
Darwinist kaynaklar hala bu sahtekarlığı insanlara bilimsel bir kanıt olarak
sunmaya devam ediyorlar. Londra'daki Doğa Tarihi Müzesi'nde Ekim 2003'te
çekilen bu görüntüler, "biberli kelebekler" hikayesinin müzenin
"Darwin salonu"nda hala sergilendiğini gösteriyor.
s.214
Medyadaki "dino-kuş" furyasının
hiçbir bilimsel temeli yok.
Scientific American, Mart 2003
s.215
Ünlü ornitolog Feduccia, "dino-kuş"
masalına karşı.
s.221
Evrimcilerin
dino-kuş senaryosunun çok temel bir çelişkisi, kuşların atası olarak gösterilen theropod
dinozorların, bilinen en eski kuş olan Archeopteryx'ten çok daha genç olmalarıdır. Diğer
bir deyişle, kuşların sözde atası olan theropod dinozorlar ortaya çıktıklarında, kuşlar zaten
vardılar. Resimlerde Archeopteryx'in fosili ve rekonstrüksiyonu yer alıyor.
s.222
80 milyon
yıllık Velociraptor fosili ve yanda hayali Velociraptor çizimi.
Velociraptor, kuşların dinozorlardan
evrimleştiği masalında sözde ara-geçiş formu olarak sunulan fosillerden
biridir. Ancak bu fosil de diğerleri gibi, evrimcilerin taraflı yorumlarından
başka bir şey değildir. Çizimde görülen tüyler tamamen evrimcilerin hayalini
yansıtmaktadır; gerçekte ise bu canlının tüyleri olduğuna dair hiçbir delil
bulunmamaktadır.
s.225
Kuşların tüyleri,
bu canlılar ile sürüngenler arasına aşılmaz bir sınır koyan yapılardan
biridir. Sürüngen pulları ile tamamen farklı yapıdaki kuş tüylerinin bu
pullardan türemesi imkansızdır.
s.227
Kuş iskeleti
incelendiğinde, kemiklerin içinin boş olduğu, ince kirişlerle
sağlamlaştırıldığı görülür. Bu hem hafif hem de çok dayanıklı bir yapıdır. Kuş tüyleri ise içiçe geçmiş binlerce
kanca ve mini tüyden yapılmış bir yaratılış harikasıdır.
s.232
Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur;
hepsi O’na ‘gönülden boyun eğmiş’ bulunuyorlar. Yaratmayı başlatan, sonra onu
iade edecek olan O’dur;..
s.233
… bu O’na göre pek kolaydır. Göklerde ve
yerde en yüce misal O’nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet
sahibidir. (Rum Suresi, 26-27)
ARKA KAPAK
Tarih boyunca birçok bilim adamı, gerek
dönemlerinin geri kalmış bilim düzeyi, gerekse sahip oldukları bazı önyargılar
sebebiyle birçok bilimsel yanılgıya kapıldı. Tarihte gerçekleşmiş bilimsel
yanılgılara verilecek en çarpıcı örnek, yaşamın kökeni üzerine ortaya atılmış
iddialardan biriydi. Çünkü bu iddianın etkileri ve mantıksızlığı diğer
yanılgılardan çok daha büyük oldu. Bu yanılgı, evrim inancıyla materyalist
dünya görüşünün birleştiği 'Darwinizm'di.
Bir zamanlar yetersiz bilim düzeyi
nedeniyle kabul görmüş olan Darwinizm'in maskesi 21. yüzyılda tamamen
düşürülmüş, köhne ve çürük bir teori olduğu açığa çıkmıştır. Bu kitapta bir
kere daha delilleriyle ortaya konan bu açık gerçeği gördükten sonra direnmemek
ve gerçeği kabul etmek doğru bir harekettir. Bir insan bilgi eksikliğinden ya
da kendisine yapılan telkinlerden dolayı evrim yalanına inanmış olabilir. Ama
eğer samimi bir insansa, bir aldatmacanın peşinden giderek dünyada ve ahirette
küçük düşeceğine, doğruyu araştırıp bulmalı ve ona uymalıdır. Darwinizm'in
bağlılarının yapmaları gereken, bu teoriye körü körüne inanmaktan vazgeçmektir.
Bilimin sonuçlarını incelemeli ve bu sonuçları önyargısız olarak
değerlendirmelidirler.
Samimi oldukları takdirde, Darwinizm'in en
koyu savunucuları bile, bu teorinin büyük bir aldanış olduğunu göreceklerdir.
Unutulmamalıdır ki samimiyet ve dürüstlük, dünyada da ahirette de güzel bir
karşılık görecektir.
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan
Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel
ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in
kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli
eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef,
Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı dile çevrilen 300’den fazla
eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle-
21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk
ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.